İran ve Kadın #1: Tarihsel Süreçte İran Kadın Hareketinin İncelenmesi
Ocak 01, 2023 Yaklaşık 300 bin yıllık toplum tarihini incelediğimizde geride bıraktığımız yüz senenin kadınlar, kadın hareketleri ve kadın-toplum ilişkisi konularında ivmelenme dönemi olduğunu görürüz. Aslında bu koca zaman yumağında çok küçük bir kısmı kapsayan bu süreçte kadınlar açısından nice olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Eğitim, yaşama, mülkiyet ve medeni haklar özellikle önde gelen toplumlarda hemen hemen aynı dönemde -20.yüzyılın ilk yarısında- kadınlara da tanınmıştır. Tabii bu reformlardan veya bu dönemdeki kadın hareketleri üzerine bir inceleme yapmayacağım zira bundan yaklaşık iki yıl önce böyle bir yazı yazmıştım. ( Dönemin koşullarını ve kadın hareketinin dünyadaki aşamalarını anlamak için yazıma buradan ulaşabilirsiniz. ) Öte yandan baktığımızda ise hala dünyanın birçok bölgesindeki azımsanmayacak sayıdaki kadın temel haklarını almak için mücadele veriyor veya mücadele vermesi gerektiğinin bilincinde değil. Mesela ben tam bu yazıyı yazarken bildirim ekranıma düşen haberde ‘Taliban’ın Afganistan’daki kadın üniversite öğrencilerinin eğitim haklarını ellinden adlığı’ yazıyor. Ya da bugünün de konusu olan ve son dönemin sansasyonel ülkesi İran’da aslında yüz yıllı aşkındır devam eden bir kadın hareketi ve mücadelesi var. İşte bugün son dönemde tüm dünyayı çalkalayan Mahsa Amini katliamı ve sonrasındaki yaşananlarla gündemimize gelen İran’ı ve İran’daki kadın hareketini kalemim vardığınca inceleyeceğiz.
Siyaset ve toplumlar tarihine baktığımızda büyük olayları tetikleyen tek bir olaydan ziyade bir olaylar silsilesinin var olduğunu görürüz. Mesela -en popüler olarak- Birinci Dünya Savaşı’nın “Avusturya-Macaristan veliahtının suikasti” sonucu başladığı bilgisini hepimiz tarih derslerinden biliriz. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının tek sebebinin bu olay olmadığını bu dönem hakkında en ufak bilgisi olan biri dahi bilir. Aynı şekilde yaklaşık 110 gündür devam eden “İran Protestoları” nın tek nedenin Mahsa Amini’nin öldürülmesine indirgememiz oldukça yanlış olacaktır. Bu nedenle ilk başta coğrafyayı ve bu coğrafyadaki kadın hareketini tarihsel olarak incelememiz, bugüne dair doğru çıkarımlarda bulunmamıza yardımcı olacaktır. Bu nedenle bu yazıda İran’ın Devrim öncesi ve sonrası siyasi iklimi, İran coğrafyasında kadının toplumdaki yeri, bu bölgedeki kadın hareketleri incelenecek ve sonuca varılacaktır. Şimdiden keyifli okumalar dilerim…
1.Tarihsel Süreçte İran’da Kadının Toplumdaki Yeri ve Kadın Hareketleri
İran… Birçok sosyal bilimcinin katılacağı gibi İran coğrafyasının geride bıraktığı elli yıl oldukça ilgi çekici. Özellikle 1979 İslam Devrimi ve sonrasındaki gelişmelerin toplumda bıraktığı etkiler birçok sosyal disiplin için adeta bir laboratuvar işlevi görmekte. Her ne kadar biz bu yazıda İran’daki siyasi gelişmelerin kadınlar üzerine etkisini irdeleyecek olsak da bu gelişmelerin; İran toplumunu ideolojik, kültürel, sanatsal ve sosyal açıdan nasıl etkilediğinin incelenmesi başlı başına bir ilgi ve makale konusudur. Buna ek olarak; özellikle Devrim sonrası politikalardan dolayı -birazdan anlatacağım üzere- İran toplumunun ve medyasının kısmi olarak dünyadan izole olduğunu yani İran’ın giderek bir ‘kapalı kutu’ ya dönüştüğünü hatırlatarak okurlarımdan İran hakkındaki özellikle güvensiz kaynaklardan gelen bilgilerini bir kenara bırakmalarını rica ediyorum. Zira bu bilgilerin bir kısmının yanlış veya komplo teorisi olma ihtimali çıkarımlarımızı farklı bir yöne çevirebilir.
İran coğrafyasındaki kadın hareketini Kaçarlar Dönemi, Pehleviler Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi olarak üç aşamada incelememiz en doğru yöntem olacaktır. Dilerseniz ilk kıvılcımların oluştuğu Kaçarlar Dönemiyle başlayalım.
1.1.Kaçar Hanedanlığı Dönemi (1794-1925)
Tüm dünyada olduğu gibi ‘kadın hareketi’ İran coğrafyasında da 19.yüzyılın sonları ve 20.yüzyılın başlarına tekabül eden dönemde başlamıştır. Sanayileşmeyle beraber -her ne kadar İran o dönemde sanayileşmese de- Avrupa’da giderek artan feminizm akımı ve ‘Kadının toplumdaki yeri’ sorusu Osmanlı dahil birçok sanayileşmemiş topluma da ulaşmıştır. Bu süreç, İran’da da aynı Avrupa’da olduğu gibi ilerlemiş; yani ilk başta kadın inisiyatifleri, örgütleri kurularak “kadın” öznesinin yasal çerçevede bir anlam kazanması ve güvence altına alınması amaçlanmıştır. Bu dediğimi biraz açacak olursak; İran’daki ilk kadın hareketleri de aynı Avrupa’dakiler gibi (bkz. 1.Dalga Feminizmi) mülkiyet, eğitim ve medeni haklarının yasal çerçevede güvence altına alınmasını talep etmişlerdir. Kadınlar örgütlü mücadelelerinin meyvelerini Kaçarlar ve takip eden dönemlerde kısmi olarak elde etseler de coğrafyada yaşanan bağımsız siyasi gelişmeler ve yanlış kararlar bu kazanımların geri kaybedilmesine veya bir noktadan sonra duraksamasına neden olmuştur. Her ne kadar istediği kazanımları elde edemese de yüz yılı aşkındır devam eden ‘İran Kadın Hareketi’ her kesimden takdir toplamayı başarmıştır.
Kaçarlar Dönemi’ndeki kadın hareketini incelediğimizde ise en büyük kırılma noktasının 1905-1911 yıllarını kapsayan “Meşrutiyet Dönemi” olduğunu görürüz. Hemen hemen Osmanlı’yla eş zamanlı olarak meşrutiyeti (bkz. İkinci Meşrutiyet) yaşayan İran halkı için bu dönem bir demokrasi mücadelesidir. 1905-1911 yıllarında meşrutiyet için silahlı ve örgütlü mücadele veren İran halkının elde ettiği bu büyük kazanımda kadınların cephe arkasındaki desteği ve ruhu büyük rol oynamıştır. Bu mücadelenin sonucunda meşrutiyet kazanılmış ve İran coğrafyasına “anayasal hükümet” kavramı girmiştir. Kısmi demokrasinin bu coğrafyaya girmesiyle ‘kadın’ siyasetin de konusu haline gelmeye başlamıştır. Tabii burada kadınlara seçme-seçilme hakkının verildiği veya oldukça özgürlüklerin olduğu bir toplum hayal etmenizi istemiyorum. Zira kadın, hala o dönemde de kültürel ve dini birçok sebepten dolayı siyasi olarak da bir özne konumuna gelememişti. Hatta 1907 yılında Meşrutiyetçi erkekler yeni anayasayı hazırlarken kadınlara seçme-seçilme hakkı vermeyerek ilk golü atmıştı bile. Bu noktada kazanılamayan bu hakkın anlık bir mahrumiyetten ibaret olduğunu düşünmek de yanlış olacaktır. Çünkü burada gördüğümüz ataerkil düzenin uyguladığı sistematik bir mahrumiyet. Öyle biliyoruz ki yüz elli yıllık Kaçarlar ve öncesi döneminde zengin-fakir sınıf fark etmeksizin kültürel nedenlerle kadın eğitime dahil edilmiyor, zihinsel ve kültürel olarak yontuluyordu. Yüzyıllardır süren bu sistematik mahrumiyet konu demokrasi ve oy kullanma olduğunda da kadınlar yeterli görülmeyerek çerçevenin dışına atılmıştır. Peki her şeye rağmen bu meşrutiyetçi kadınlar ne istiyordu, neyi başardı, neyi başaramadı?
Tekrara düşmek istemiyorum ancak bu dönemdeki kadınların istekleri oldukça temeldi. Onlar temel haklarını yasa koyuculardan talep ediyor ve toplumsal hayatın öznesi olmak istiyorlardı. Spesifik olarak inceleyecek olursak; kadınlar kız çocukları için eğitimi, medeni ve mülkiyet haklarının güvence altına alınmasını, tesettür zorunluluğunun ortadan kaldırılmasını, oy haklarını ve siyasi hayata dahil olmayı Meşrutiyet yönetiminden talep ediyorlardı. Bu bağlamda sistematik mahrumiyetin farkına varan kadınlar ilk başta kız çocukları ve kadınlar için eğitim hakkını talep ediyorlardı. Belki de bu dönemdeki en büyük kazanımda bu alanda elde edilmiştir.
Kadınlara ve kız çocuklarına verilecek eğitimin mücadeleleri için büyük bir yarar sağlayacağına inanan aktivistler, bu alanda büyük bir mücadele ortaya koymuştur. Öyle ki 1918 yılına gelindiğinde başkent Tahran’da 10 adet okul kız çocuklarının eğitimi için açılmıştı. Kulağa oldukça küçük gelen bu sayı yazının ilerleyen kısımlarında bahsedeceğim istatistiklere büyük bir etkisi olduğunu hatta bir kıvılcım etkisi yarattığını göreceksiniz.
Siyasette hatta hayatta bazen talep ettiğiniz her şeyi tam anlamıyla alabilmeniz mümkün değildir. Öncelikler sıralaması yapmanız ve bir şeylerden vazgeçip, bir şeylere daha fazla yoğunlaşmanız gerekebilir. Meşrutiyet Dönemi’ndeki kadınlar için de aynısını söyleyebiliriz. Kız çocuklarının eğitimine enerjilerini harcayan kadınlar tesettür, medeni ve siyasi haklar alanlarında istediklerini elde edememiştir. Yapabilecek bir başka yorum ise -yorumdan ziyade bir gerçek- öncelik olarak belirledikleri eğitim hakkı meselesini isterken bunları da talep etmeleri öncelikli mücadelelerine ciddi bir zarar verebilirdi ve bundan korkuyor olabilirlerdi. Mesele bu nedenden ötürü tesettür sorunu gündeme dahi getirilmemişti. Zaten bırakın siyasi çevreyi kadınlı erkekli İran toplumu da bu radikal değişime pek hazır değildi. [1] Tarihsel süreç de bize gösterir ki bu tür radikal değişimler, altyapı oluşturulmadan yapılırsa ya sürdürülemez ya da insan hayatı ve güvenliği için oldukça sancılı olur. Tüm bunların sonucunda kadınlar meşrutiyet döneminde tesettür, medeni ve siyasi haklardan geçici olarak vazgeçerek eğitim hakkını kazandılar ve bir sonraki dönemlere pratik ve düşünsel miraslar bıraktılar.
1.2.Pehleviler Dönemi (1925-1979)
1925 yılında Kaçar Hükümdarı Ahmed Şah’ın hastalanıp tedavi için Avrupa’ya gitmesi sonucu yönetimden şikayetleri olan Rıza Şah Pehlevi önderliğindeki bir grup asker darbeyle yönetimi devraldılar. İlk başta kendini silahlı kuvvetler bakanı ve sonrasında savaş bakanı ilan ederek rejimine karşı olanları bastırdı. Yerini güvence altına alan Rıza Pehlevi ardından kendisini “şah” ilan etti. Tüm bunları yaparken kendine örnek aldığı hatta kendi gibi askeri geçmişten gelen bizim de çok yakından tanıdığımız bir isim vardı: Mustafa Kemal Atatürk. Bildiğimiz üzere Müslüman ve kısmi orta doğu toplumu olan bir toplumun (Türklerin) bu tür reformlar başarabilmesi sadece Batıyı değil İslam toplumlarını da şaşırtmıştı. Aslında Pehlevi’nin de kafasındaki kısmi olarak Türk Devrimi gibi bir devrim yaratmaktı. Hatta bir noktada Atatürk’le sıkı temaslarda bulunduğunu dönemin mektuplarından biliyoruz. Ancak dönemin siyasi şartlarından mı ötürü yoksa Pehlevi’nin siyasi çıkarlarından mı ötürü bilinmez Pehlevi, Mustafa Kemal’in en büyük önerisini daha tahta çıkmadan reddetmiştir. 1925’te Rıza Pehlevi’nin kendi hükümdarlığını ilan edeceğini öngören Kemal, bir elçi göndererek “Şahlığını değil Cumhuriyeti ilan etmesini” istemiştir. Ancak bu teklifi Rıza Pehlevi tarafından reddedilerek “İran Şahlığa alışıktır, başka rejimle yönetilemez, onun için Şah’lığımı ilan edeceğim” demiştir. [2]
Rıza Şah Pehlevi’nin yönetime gelmesiyle ülke her anlamda Batı kültürünü almaya başladı. Yönetimin kilit pozisyonlarına Batı eğitimini alan yöneticiler getirildi. 1926 ve 1928 yıllarında sırayla Ceza Kanunu ve Medeni Kanun kısmi olarak Batı anayasalarından etkilenerek çıkarıldı. Öte yandan Rıza Şah Pehlevi’nin kadının toplumdaki yeri sorununu hükümdarlığının ilk on senesinde görmezden geldiğini söyleyebiliriz. Bunun en güçlü nedeni ise bu sürede tahtını güvence almasıydı. Bu nedenle bu süreçte kadınlar açısından bir reforma çok gidilmemiş -Medeni Kanun dışında- ancak 1930’ların ortasına gelindiğinde radikal değişikliklere imza atılmıştır.
Meşrutiyet Dönemi’nde eğitim hakkını elde eden kadınların Meşrutiyet sonrasında istedikleri haklar yine çağdaşları gibi (Batı’dakiler) temel haklardı. Tesettür serbestliği, medeni ve mülkiyet haklarının yanında kadınlar artık ekonomik ve sosyal hayata katılmak istiyorlardı. Artık iş bulabilmek ve işe girmek, sosyal alanlarda negatif ayrımcılığa uğramamak ve çalışmak şartlarının kolaylaştırılmasını talep ediyorlardı. Buna ek olarak temel sağlık haklarını elde etmek de istiyorlardı. 1930 ortalarına gelindiğinde Rıza Şah Pehlevi kolları sıvadı. İlk olarak Medeni Hukuk, İslam fıkhi ve modern hukukla birleştirilerek yeniden düzenlendi. Ardından bu dönemin en kritik reformu gerçekleştirilerek tesettür zorunluluğu ortadan kaldırıldı. Ancak tarih bize gösterdi ki İran bu radikal değişime hala hazır değildi. Rıza Şah Pehlevi içinse modernleşmek için bu tür radikal değişimlerin hızlıca yapılması gerekiyordu.
Yine bu dönemde artık eğitilen kadın daha da örgütleniyor, örgütlenmesi de güç tarafından olumsuz karşılanmıyor ve bunun sonucunda bir takım kadın yayınları ve dergileri ortaya çıkıyordu. Bunların başını çeken Zeban-i Zenan ve onları takip eden Name-yi Banivan (Kadınların Mektubu), Alem-i Nisvan (Kadınların Dünyası), Zenan-i İran (İran Kadınları), Cihan-i Zenan (Kadınların Cihanı), Cümle-yi Zeban-i Zenan (Bütün Kadınların Dili) gibi yayınlarla artık kadın her alanda bilinçlendiriliyordu. Tüm bu yayın ve kadını bilinçlendirmeye yönelik mücadelenin sonucu olarak da 1962 yılına gelindiğinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı elde edildi. Bu gelişmeyi takip eden ilk seçimlerde az sayıda kadın milletvekili seçilse de birkaçı bakan dahi oldu. Ama yine de bu gelişme alt kesimlerdeki kadını fazla etkilemiyordu. Çünkü bilinir ki siyaset hem maddi hem de kültürel açıdan maliyetli bir iştir ve kadınlara hala ekonomik hayatta yer oluşturamayan bir toplumda sadece varlıklı kesimde yetişmiş kadınlar bir yerlere gelebilir. Tarih bir kere daha şaşırtmayarak kadınlar içindeki sınıfsal farkı da göz önüne bulundurulması gerektiğini gösterdi. Hali hazırda üst sınıflarda yetişen ve önemli görevlere getirilen kadınlar taşradaki kadınların sorunlarına bir çözüm bulamadı hatta onlara ulaşamadı bile. Tüm bunların ışığında İran’da kadınlar içerisinde yeni bir ara kesim oluştu. Yazımın ileriki kısımlarında daha detaylı değineceğim bu kesim, modern eğitim almış ancak geleneksel değerlere bağlı ve genellikle Batı’yı reddediyordu. Bu kesim, emperyalizm ve Batı karşıtlığında bir üçüncü yol olarak İslam Devrimi’ni savunarak tarih sahnesine bu rolle tekrardan çıkacaktı. Yani İslam Devrimi’nin temelleri şimdiden atılıyordu.
1962 yılındaki olaylardan sıyrılıp tarihte bir geri dönüş yaptığımızda 1941 güzü İran için önemli bir sınavdı. İran’ın doğal kaynaklar açısından çok zengin oluşu ve jeopolitik konumu Kaçarlar Dönemi’nden beri emperyalist devletlerin mutlak hedeflerinden biri haline getiriyordu. Özellikle o dönemde Fransa ve İngiltere, sonrasında ise ABD ve SSCB’nin mutlak hedefi halindeydi İran toprakları. Belki de İran’ın tarihsel açıdan siyasi istikrarsızlıklarının temelinde de bu zengin toprakları ve emperyalist devletlerle olan yakın ilişkisi yatmaktadır. İşte 1941’e gelindiğinde en büyük ideali “tam bağımsız İran” olan Rıza Şah Pehlevi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın yanında savaşa dahil olabileceği endişesiyle iki zıt güç olan İngiltere ve SSCB tarafından işgal edildi. Savaş ortamını ve krizi yönetemeyen Rıza Şah tahttan inmek zorunda kaldı ve tahtı oğlu Muhammed Rıza Pehlevi’ye bıraktı.
Muhammed Rıza’nın ilk yılları da aynı babası gibi tahtını sağlama almakla geçti. Yani kadınların sorunları görmezden gelindi. Yine yukarıda detaylıca bahsettiğim seçme seçilme hakkı bu dönemde kazanıldı. Kadınlar artık daha iyi eğitim alıyor ve örgütleniyordu. Bunların sonucu olarak bir kesim daha ortaya çıktı ki bu kesim iyi eğitim almış ve enerjisini kadınları örgütlemeye harcayan bir kesimdi. Tüm siyasi olumsuzluklara rağmen taşraya dahi inebilen bu kesim görevini başarıyla yapabilmesine rağmen siyasi arenada özne olarak bir varlık gösteremedi.
Artık yavaş yavaş evde, sokakta, üniversitede, işte devrimin ayak sesleri duyulmaya başlıyordu.
1.3. İran İslam Cumhuriyeti Dönemi (1979- )
Tarihler 1979’a geldiğinde İran’da siyaset tarihinin en önemli olaylarından biri gerçekleştirildi. Neresinden bakarsanız bakın farklı ve önemli olan bu devrimin sonuçları, getirdikleri ve götürdükleri hala bir tartışma konusu. Peki neden önemli bu devrim? Aynı yüzyıl içerisinde iki büyük savaş atlatan dünyada o yıllara gelindiğinde iki büyük kutup bulunuyordu. Nazi Almanyası, Fransa, İngiltere, İtalya gibi güçler ya kaybolmuş ya da pasifleşmiş; sadece iki büyük güç kalmıştı: ABD ve SSCB. Bildiğiniz üzere ABD ve SSCB iki ayrı ekonomik sistemi (kapitalizm ve sosyalizm) sahipleniyor ve birbirlerini suçluyordu. İran ise kültürel pratiklerinden ötürü bu iki kutbu da reddedip üçüncü bir yol ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Yani İran bilinen üzere tarihsel süreçte emperyalizmden oldukça çekmişti ve bu iki yolunun sonucunu da mutlak emperyalizm olarak görüyordu. Şah rejiminin Batılılaşmaya dönük reform ve politikaları halkın büyük bir çoğunluğunun tepki göstermesine neden oluyordu.
Benim de kişisel olarak çok şaşırdığım bir şekilde toplumun neredeyse her kesimi modernisti, gelenekselcisi, Marksisti, liberali herkes rejime karşı tek yürek olmuştu ve inanılmaz bir birliktelikle 1979’da rejim yıkıldı. Ardında hala cevaplayamadığımız çokça soru bırakan bu devrim, hala akademide de güncel bir konu. Benim de merak ettiğim çokça soru var. Mesela, acaba devrime destek veren bunca aydın şu anda pişman mı? Neyse bu soruların cevabını ve diğer sonuçları başka bir yazıda irdeleriz. Biz kadınlara dönelim.
Ayetullah Humeyni önderliğinde gerçekleştirilen bu devrim mutlak bağımsızlık ve özgürlük vaat ediyordu. En azından büyük bir kesim bu umutla devrime destek vermişti. Rıza Şah Pehlevi tarafından Avrupa’ya gönderilmiş ve pozitif bilimlerde eğitim almış Humeyni ülkesine dönüp Rıza Şah Pehlevi’nin oğlunu tahttan indirmişti.
Devrimin başarısındaki en önemli etken olan olan birlik ruhu giderek kaybedildi. Oluşan fikir ayrılıklarıyla ilk kopuşlar başladı. Siyasette tahtını meşrulaştırmanın veya sorunları örtmenin en kolay yollarından biri de savaş çıkarıp düşman yaratmaktır. Zira savaş toplumu birleştirir ve sorunları normalleştirir. Devrimin hemen sonrasında çıkan İran-Irak savaşıyla kadının toplumdaki yeri sorunu bir süreliğine rafa kalktı. Zaten o raftan da fazlaca zarar görmüş bir şekilde inecekti.
Aslında savaş sonrasında da İran’da kadınlar görece daha özgür ve eğitimli bir şekilde yaşıyorlardı. Mesela o yıllarda üniversitede okuyan gençlerin %65’i kadındı. Ancak devrimin birçok paydaşının olması işte burada büyük bir sorun yarattı. Devrimin birçok bileşenin olması kurulan yeni devletteki güç dağıtımında koltuk kavgalarına neden oldu. Burada da istikrarın sağlanamamış olması yine kadın problemine zarar veriyordu. Bu olaylar ışığında yeni kurulan ve kurulacak hükümette kadınların da olabileceği fikri akla geldi. Bu bağlamda çalışmalara başlandı. 20.yüzyılın sonlarına gelirken kadınların sorunları iyileşmek yerine artarak devam ediyordu. Bu bağlamda iki farklı feminizm fraksiyonu İran siyasetine farklı dönemlerde dahil oldu. Bunlardan ilki ve en güçlüsü Din Odaklı Feminizm (Religous-Oriented Feminism) idi.
1.3.1. Din Odaklı Feminizm
İslam ve Şii geleneğinin İran coğrafyasının ayrılmaz bir parçası olduğu bir gerçektir. İşte bu sebeple olacaktır ki 1990’ların sonuna gelindiğinde bir grup kadın “din odaklı” bir yorum ortaya koyarak kadınların oyuna talip olup meclise girmek istediler. Ancak halihazırda ataerkil düzen dini kullanarak kadınların önündeki sorunları meşrulaştırıyordu. Bu soruna cevap olarak da din odaklı feministlerin imdadına Şii geleneğinde bulunan “içtihat” kavramı yetişiyordu. Şii geleneğinde Kur’an emirleri ve hadisler içtihat ile yeniden günümüz şartlarına yorumlanabiliyordu. Yani zaten bunu ataerkil güç yüzyıllardır kullanıyordu. Din odaklı feministler, düzeni kendi silahlarıyla vurmak istiyorlardı. Din odaklı feminizmin bir başka avantajı ise rejime görünürde bir tehdit oluşturmamasıydı. Bu feministler, Ayetullah Humeyni’nin tüm öğretileri kabul ediyor ve buna göre politika üretiyorlardı.
2000 yılına geldiğimizde seçimler sonucunda Altıncı Meclise 13 kadın milletvekili seçildi. Seçilen bu kadınlar içeride bir Kadın Bloku oluşturdular. Kadın Bloku üyeleri yukarıda bahsettiğim gibi Humeyni’ye sadık kaldıklarını belirtseler de mevcut durumu devrim idealinden kopulduğu düşüncesiyle eleştirmekten geri durmuyorlardı. Mecliste yürütülen kulis çalışmaları sonucunda birçok yasa yürürlüğe girdi. Bekar kadınların eğitim için yurt dışına çıkması, belli bir yaşa kadar velayetlerin kadınlara da verilmesi, evlilik yaşının 9’dan 13’e çıkarılması gibi yasalar yürürlüğe girdi. Kadın Bloku politik açıdan zorlu mücadeleler verse de bu kazanımların hiçbiri kalıcı olmadı. Peki neden?
Unutmamalıyız ki siyasi iktidarlar ne kadar koltuklarını sağlamlaştırırsa o kadar totaliterleşmeye başlarlar. Nitekim İran’ın da başından geçen de bu. İran İslam Cumhuriyeti’nin tek yasama ve yürütme organı meclis değildi. İran İslam Cumhuriyeti’nin oluşumunda yer alan iki unsur bu yasaların sürdürülebilir olmasına engel oluyordu. Birincisi muhafazakarların çoğunlukta olduğu Koruyucu Konsey (Şura-yi Nigahban-i Kanun-i Esasi) ikincisi ise “velayet-i fıkıh” düşüncesi. Aslında birbirleriyle bağlantılı olan bu iki unsur meclisin kararlarını veto etme yetkisine sahipti. Koruyucu Konsey adından anlaşılacağı üzere anayasayı korumak üzerine görevlendirilmiş bir meclisti. Velayet-i fıkıh ise Platon’un “Devleti en bilgin kişi yönetmeli.” fikrine benzeyen “Devleti İslam’ı en iyi bilen yönetmeli.” düşüncesidir. Bu iki temel unsur böylece reformistleri engelliyordu. Mesela evlenme yaşının 9’dan 13 yaşına çıkarılması yasası meclisten geçtiğinde Koruyucu Konsey “velinin rızası ve tıp raporuyla yapılabilir” şartını getirerek yasayı etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Buna ek olarak yine 2003 yılında Birleşmiş Milletler tarafından oluşturulan Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) meclisten geçmesine rağmen Koruyucu Konsey tarafından bağımsızlığa tehdit olarak görülerek reddedildi.
Tüm bunların ışığında bu feminizm akımı da siyaset sahnesindeki süresini doldurarak ayrıldı. Geride bıraktığı tek bir soru/eleştiri vardı: “Din Odaklı Feministler bu düzenin içerisinde var olarak, ataerkil düzeni meşrulaştırdılar mı?”
1.3.2. Laik Feministler (Secular- Oriented Feminism)
Nisan 2000’de bir grup aktivist ve entelektüel İran’daki kadın problemini ve yapılması gerekenleri konuşmak için Berlin’de bir konferans gerçekleştirdiler. İlk başta hükümet tarafından da hoş görülen Berlin Konferansı, daha sonra sürgündeki İranlıların destekleri sonucunda bir tehdit olarak görüldü. Konferanstan sonra ülkelerine dönen birçok düşünür, entelektüel, aktivist ve gazeteci tutuklandı ve işkence gördü. Birçoğu sonrasında para karşılığı dışarı çıkarak siyasi bir çözüm aramaya koyuldu. İlk başta din odaklı feministlerin kapısı çalan laikler oradan da bir destek göremedi.
Peki laik feminizmin temelinde ne yatıyor? Laik feministler, kadın sorununun dinin ötesinde bir sorun olduğunu ve bu sorunu çözmeyi İslam’a vermeyi yetersiz buluyorlar. Hatta içlerinden bir kesim sorunu İslam olarak görüyor. İslam ve içtihat gibi kavramlardan ziyade kurtuluşun devletin İslam’dan ayrılmasında buluyor. 2004’e gelindiğinde ise laik feministlerin din odaklı feministlere getirdikleri eleştiride haklı oldukları ortaya çıktı. Reformu içeriden uygulama fikri çıkmaza girdi. Koruyucu Konsey seçimler için başvuran 8.200’den fazla adayın üçte birini diskalifiye etti. Bu kesimin çoğunluğunu oluşturan laik ve kadın grup seçimde oy kullanmayarak seçimin meşruiyetini boykot etti. Seçimler sonucunda Yedinci Meclis’e de 13 kadın milletvekili seçildi ancak bunlardan 12’si muhafazakar ve 1’i bağımsızdı.
2.Sonuç
Aslında 2004 sonrası olayları da bu yazıda paylaşmak isterdim ancak çok uzun olacağını fark ettim. Sizleri sıkmamak adına bu yazıyı iki bölüme ayırarak bir sonraki yazıda 2004 sonrasını, Mahsa Amini olaylarını değerlendirecek ve “Türkiye İran olabilir mi?” sorusuna cevap arayacağız.
Yukarıda anlaşılacağı üzere reform yapmak veya radikal yasa değişikliklerinde bulunmak hiçbir mahrumiyetin önüne geçemez. Bir şeyleri değiştirmek için tarihsel ve örgütsel bir mücadele gereklidir. Ayrıca unutulmamalıdır ki günümüz dünyasında da tarihte de özgürlük dediğimiz kavramın büyük bir kısmını “ekonomik özgürlük” oluşturmaktadır. Yani bugünlerde kadınların düne nazaran daha özgür olmasının temelinde yatan yasalardan ziyade “iş gücü”ne katılımlarıdır. Bu nedenle eşitlik ilk önce eğitim alanında olmalı ardından ekonomik hayata da yansıtılmalıdır. Ekonomik özgürlük ardından diğer alanlarda da özgürlüğün önünü açacaktır.
Değerli zamanınızı ve enerjinizi yazımı okuyarak harcadığınız için teşekkür ederim. Görüş, öneri ve eleştirilerinizi yorumlar bölümünden veya iletişim adreslerimden benimle paylaşabilirsiniz.
Taha KÖKSAL.
Abdollahifard, P. (2020). İran'da Feminizmin Gelişimi. İran Çalışmaları Dergisi, 4(2), 351-384. | |
2 yorum
Tebrikler
YanıtlaSilDaha sık yazın lütfen
YanıtlaSil