KAPİTALİST ZIRVA: Özel Mülkiyet Hakkı

Ocak 29, 2021



 Merhabalar... Yine uzun zaman aradan sonra beraberiz, ancak bu sefer gerçekten yazmamak için bahanelerim vardı. Birincisi birkaç dostumla yeni bir girişime imza attık ve yaklaşık bir aydır onunla uğraşıyordum. Girişimimizin reklamını yapmam gerekirse: Fikirlerini insanlıkla paylaşmak isteyen herkes için bir yazı paylaşma platformu oluşturduk. Her türlü bilim, sanat, felsefe alanında eserlerinizi www.luxetveritaslev.net aracılığıyla dünyayla paylaşabilirsiniz. İçeride hepinize yetecek kadar yer var. Bu arada ben de artık bazı yazılarımı www.luxetveritaslev.net web sitesinde paylaşacağım. Beni oradan da takip edebilirsiniz. Biraz daha düşünsel yazılarımı buradan, bilimsel yazılarımı 
da www.luxeteritaslev.net üzerinden paylaşmayı planlıyorum. Oraya da bekleriz... 

 

 Reklamımız bittikten sonra bugünün konusuna geçelim. Açıkçası bu yazının gecikme sebeplerinden biri de bu yazı hakkında epeyce okuma yaptım ve itiraf etmeliyim ki okuduğum eserler benim haddimi aşar nitelikteydi. Bugün web sitemin en sevilen yazı serisi “Kapitalist Zırva” hakkında yazacağım. Bugünkü konumuz: Mülkiyet Hakkı. Aslında stratejik olarak mülkiyete bu serinin ilk yazısında değinmeliydim. Çünkü sosyal sorunlarımızın temelinde “özel mülkiyet hakkı” denilen bir zırva yatıyor. Daha önceden bu seride yazdığım fırsat eşit(siz)liğinde de orta sınıfta da sorunun kaynağı mülkiyetti. Fazla uzatmadan yazıya geçmek istiyorum. Bugün çok kısa mülkiyetin tarihinden ve felsefesinden bahsedeceğim. Bir de son olarak kendimce bu soruna bir çözüm aramaya çalışacağım. İyi okumalar... 

 



MÜLKİYET NEDİR? & MÜLKİYETİN TARİHİ  

 “Mülkiyet neden önemli?” veya “Mülkiyetin tarihi neden bu kadar önemli?” diye sorabilirsiniz. Mülkiyet aslında insanlık tarihi için o kadar büyük önem taşıyor ki -işin biraz derinine indiğimizde- tüm siyasi ve iktisadi sistemlerin oluşmasında mülkiyet sorunu yatıyor. Sorunu diyorum çünkü bence büyük bir sorun ve büyük ihtimalle mülkiyet hakkı ilk çıktığında da mülkiyetin paylaşılması çok büyük bir sorundu. Bugün liberallerle Marksistler, anarşistlerle otoriterler bu kadar keskin biçimde ayrılıyorsa yine temelinde mülkiyete bakış yatmakta. Düşünsenize tarihte biri çıkıp daha önceden ortaklaşa kullanılan üretim arazisinin etrafını çitlerle çevirip, “Burası artık benim.” demiş ve kıyamet ondan kopmuş. Peki bu kadar ismini anıyoruz, mülkiyet nedir? 

 

  Bu bölümde ne bir filozofun mülkiyet hakkındaki yorumlarından bahsedeceğiz ne de kendimi bir filozof edasına kaptırarak mülkiyeti tanımlamaya kalkacağım. Bu tür söylemlerimi ileriki bölümlerde okuyacaksınız. “Mülkiyet” kelimesi Türkçeye Arapçadaki “mulk” sözcüğünden geçmiştir. Arapçadaki anlamıyla mulk “sahip olunan şey, egemenlik alanı, devlet” anlamına gelmektedir.[1] Mülkiyetin bu bölümde etimolojik olarak açıklanmasını şimdilik yeterli buluyorum zira zaten mülkiyetin ne olduğunu “Mülkiyetin Felsefesi” bölümünde anlatacağım. Şimdi sırada mülkiyetin tarihi var. 

 

 Mülkiyetin tarihini araştırırken, çıkardığım sonuç mülkiyetin de belirli bir tarihinin olmadığıydı. Böyle bir sonuca ulaşmamın en temel sebebi ise bence mülkiyetin sosyal bir olgu oluşudur. Ancak bu sonucun yanında özel mülkiyet insanlıktan beri vardır demek de yanlış bir çıkarım olacaktır. Zira bizler ilk insan topluluklarının özel mülkiyetçi yapıdan ziyade komünler halinde yani bir aile gibi yaşadığını biliyoruz.  

 

 Mülkiyetin kökenine ilişkin bulabildiğim en eski çalışma M.Ö. 31. yüzyıla değiniyordu. Daha önce de dediğim gibi mülkiyetin varlığı insanın varlığıyla aynı anda çıkmış hipotezini de kabul edebiliriz. Zira insan hayatta kalmak için üretim yapmak zorundadır ve üretim sonucu mülkiyet ortaya çıkar. (Avcı-toplayıcılığı da bir üretim çeşidi olarak ele alıyorum.) Ancak bizim sorunumuz zaten ilk topluluklarda oluşan ortak mülkiyetle değil, özel mülkiyetle. Bu yüzden bu yazıda aslında özel mülkiyetin tarihini ele alacağız. Bu araştırmayı yaparken asıl sorumuz da şu olmalı bence: “İlk özel mülkiyet nerede çıktı?” 

 

 Evet, mülkiyetin tarihine nihayet giriyoruz. O zaman ilk büyük sorumuzla başlayalım. Şimdi siz değerli okurumda aşağıda yazacağım birkaç cümleyi hayal etmenizi istiyorum. “Düşünün ki ilk toplumlardan birinde, 20-30 kişilik bir komünde yaşıyorsunuz. Bu komünündeki bireyler her sabah yerleşkesinden çıkıyor ve bazıları vahşi hayvan avlamaya, bazıları balık avlamaya, bazıları meyve-sebze-ot toplamaya, bazıları tarım yapmaya gidiyor. Hatta birkaçı var ki yerleşkeden ayrılamıyor, komündeki bebeklere bakıyor. Yani üretim yapmaktansa, hizmet ediyor. Sonra bu 30 kişilik komündeki bireyler akşam olunca yerleşkelerine dönüyorlar. Birisi avladığı sığırı, birisi tuttuğu on adet balığı, birisi topladığı yabani ot ve meyveleri, birisi de tarladaki hasadını ortaya koyuyor. Şimdi bu ortaya atılan onlarca ürünü bu 30 kişi nasıl paylaşacak?” İşte ortak ve özel mülkiyetin çıkışı da tüm siyasi ve iktisadi sistemlerin ortaya çıkıp, birbirinden ayrılması da bu soruya verdikleri farklı cevaplardan kaynaklanıyor. Bu senaryoyu ben uydurdum ancak, vakti zamanında buna benzer bir senaryo yaşanmış olması çok muhtemel. Ayrıca şunu belirtmeliyim ki -kafanızda yanlış bir düşünce oluşmasın- senaryoyu benim uydurmuş olmam gerçeği, bu soruların iktisat ve siyaset bilimlerinin temel sorularından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.  

 

 İşte ilk toplumlar bu soruya ortaklaşa kullanım yapalım diye yaklaşmışlar. Ta ki birisinin çıkıp bir mülkün kendisine ait olduğunu ilan edene kadar. Bu kişi kim olduğunu veya neyi kendi mülküne geçirdiğini bilmiyoruz. Hatta ortak mülkiyetten, özel mülkiyete geçişin tam olarak hangi tarihe tekabül ettiğini dahi bilmiyoruz. Tarihin flu kısımlarından biri bu. 

 

 M.Ö 31.yüzyıla geldiğimizde artık Mısır Takvimi bulunmuş ve ilk tarihlendirmeler başlamıştır. Bu dönemin Mezopotamya’sında saban icat edilmiş ve tarımda büyük bir devrim yapılmıştır. Ayrıca Mısır ve Sümer İmparatorluklarında tanrı inancı ciddi önem taşımaktadır. Bu nedenle yeryüzündeki mülkün sahibi Tanrı olarak görülmektedir. Ancak kralların bu inanç sistemi içerisinde Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak görülmesi, kralın özel mülkiyetini meşrulaştırmaktadır. Erken Bronz Çağı’na geldiğimizde yine Sümer inancının izlerini görüyoruz. Sümer inancına göre üretim fazlası metalar tapınaklara bağışlanmalıydı. Ancak bağışlanan metaların kaydının tutulmaması sebebiyle tapınaklarda hırsızlıklar yaşanıyordu. Bu nedenle Sümerler tarihin en büyük buluşlarından birini yaparak yazıyı bulmuşlardır. Orta Bronz Çağı’nda ise tüm dünya büyük bir kuraklıkla karşı karşıya kalmıştır. Elde kalan topraklar aristokrasi adlı bir sınıfın oluşmasına yol açmıştır. Bu gelişmeyle sosyal sınıflaşma farklı bir boyuta geçmiştir. Bunun dışında bu çağda Anadolu’nun en güçlü imparatorluğu olan Hititler tapuyu ortaya atarak özel mülkiyeti meşrulaştırmıştır. Ayrıca İbrahim’in bu dönemde ortaya çıkmasıyla tek tanrılı inanç ortaya çıkmıştır. Tek tanrılı inançlarla mülkiyet hakkında farklı bir soru ortaya çıkmıştır: “Mülkiyet Tanrı’ya aitse insanların bir mülkiyete sahip olması doğru mudur?”  

 

 Antik Çağ geldiğimizde ise sosyalizmin ilk tohumları atılmış, Platon, Aristo gibi düşünürler ortaya çıkmıştır. Platon’un mülkiyet anlayışına sonraki bölümde değineceğim. O dönemin süper güçlerinden Roma İmparatorluğu’nda ezilen sınıf plebler, ezen sınıf patriklere karşı ayaklanmıştır. Bu ayaklanmanın sonucunda modern anayasaların temeli olan “On İki Levha Yasaları” çıkartılmış ve özel mülkiyet güvence altına alınmıştır.  

 

 Orta Çağ’da Müslümanların ve Cermenlerin; Avrupa’yı işgal etmesi Roma İmparatorluğu’nu parçalamıştır. Bu parçalama sonucunda askerlere duyulan ihtiyaç artmıştır. Böylece asker sınıfının değerlenmiştir. Bu değerlenme ve tarım arazilerindeki azlık; askerlerin belirli noktalarda kendi hükümdarlıklarını kurmasına neden olmuştur. Belirli bir alan içerisindeki alt sınıfı yöneten ve onların güvenliklerinden sorumlu olan asker sınıfı bölgedeki tarım arazilerinin de sahibiydi. Bu üretim arazilerinde serflerini (alt sınıf) çalıştırıyor ve ürettikleri ürünlerin bir kısmına el koyuyorlardı. Ancak serfler üretim araçlarını kullanmakta özgürlerdi. Bu nedenle serfler tam anlamıyla derebeyinin kölesi değildi. Derebeyleri, serfler üzerinde yarı mülkiyet hakkına sahipti. Orta Çağ Avrupa’sının iktisadi sistemi olan bu sisteme de Feodalizm denmektedir.  

 

 Yeni Çağ’da ise tüm Hristiyan camiasını sarsan bir hareket yaşanmıştır. Alman düşünür Martin Luther, halk fakirken kiliselerin elinde bu kadar zenginlik bulundurmasına ve Katolizm öğretisine karşı çıkmıştır. Luther’in yanında bir başka düşünür Calvin de benzer bir manifestoyla öğretiye karşı çıkmıştır. Luther de Calvin de özel mülkiyeti savunuyordu. Calvin’e göre İncil de özel mülkiyeti savunmaktadır. Hatta çalışıp zengin olmayı başaranlar Tanrı katında “seçilmiş insanlardır” ; zengin olamayanlar ise “seçilenlere hizmet etmekle” yükümlüdür. Bu düşünceleri nedeniyle Calvin, kapitalizmin fikir öncülerinden sayılır. Ayrıca coğrafi keşiflerle beraber, uluslararası kölecilik, sömürü gibi sistemler güç kazanmıştır.  

 

 18.yüzyıla geldiğimizde zamanında coğrafi keşifler kapsamında İngiltere’den Amerika’ya giden on üç koloni bağımsızlığını ilan etmiş ve ABD’yi kurmuşlardır. Bu gelişmelerin yanı sıra İngiltere’de buhar makinesinin bulunmasıyla sanayileşme hareketleri başlamıştır. Sanayi Devrim’i seri üretimi sağlarken üst sınıf ile alt sınıf arasındaki farkı iyice açmıştır. Bu farkın açılmasıyla Marx’ın tabiriyle “proleterya” adı verilen yeni bir sınıf oluşmuştur. Önceki yazımda da bahsettiğim üzere proleterler “üretim araçlarını kullanan ancak sahibi olmayan” sınıfa yani bilinçli işçi sınıfına verilen addır. Yine 18.yüzyılda İskoç teorisyen Adam Smith, özel mülkiyeti savunmuş, modern iktisadın ve liberalizm öğretisinin kurucusu olmuştur.  19.yüzyılda Marx, Engels, ProudhonBakunin gibi ünlü sol teorisyenler ortaya çıkmış, işçinin bilinçlenmesinde ve işçi hareketlerinin oluşmasında büyük rol oynamışlardır. 

 

 20. Yüzyıla geldiğimizde I.Dünya Savaşı yaşanmış, petrolün, doğalgaz gibi kaynakların önemi artmıştır. Ayrıca Marx’ın ve Engels’in öğretileri bu yüzyılda altın çağını yaşamıştır. İşçi hareketleri bu yüzyılda büyük güç kazanmıştır. Marx’ın öğretileriyle kurulan SSCB çok kısa bir süre içerisinde süper güç haline gelmiştir. 1929 Büyük Buhran’ı kapitalizme olan güveni sarssa da kapitalizm Keynesyen politikalarla kendini toparlamıştır (!).  Yahudi soykırımı, 2.Dünya Savaşı, SSCB’nin yıkılması, neo-liberalizmin kuruluşu gibi gelişmeler de 20.yüzyılın önemli gelişmelerindendir. Mülkiyetin tarihi hakkında bu kadarın yeterli olduğunu düşünüyorum. 

 



MÜLKİYETİN FELSEFESİ 

 İtiraf etmeliyim ki yazmaktan en keyif aldığım iki bölüme geldik. “Mülkiyetin Felsefesi” ve “Bence Ne Olmalı?”   

 

 “Mülkiyet Nedir?” , “Bir doğal hak mıdır?” gibi soruları tekrardan sormakta fayda var. Bu bölümde ben kendi düşüncelerimi çok belirtmeyeceğim. Bu bölüm felsefe tarihini ele alacak. Bakalım hangi düşünür, hangi yorumu yapmış mülkiyet hakkında. Ben felsefenin doğuş çağı olan Antik Çağ’dan başlatmayı uygun görüyorum. Neredeyse her yazımda adı geçen Platon’la başlayalım. Platon’un mülkiyet hakkındaki düşüncelerini politik diyaloglarını içeren Devlet adlı eserinde görebiliriz. Platon Devlet eserinde idealindeki toplumu anlatmıştır. Onun toplumunda sınıf ayrımına yer yoktur. Ancak çalışan biri kazandığıyla özel mülkiyet sahibi olabilir. Yalnızca yönetici sınıfın özel mülkiyet sahibi olmasına izin yoktur Platon’un ütopyasında. Okurumun affına sığınarak soruyorum: Sınıf ayrımlarının temel sebebi de zaten özel mülkiyet değil midir? Platon’un öğrencisi olan Aristoteles hocasına karşı çıkar ve özel mülkiyet herkes için haktır ve özel mülkiyetin varlığı sayesinde insanlar çalışkan olurlar der. Yani Aristo o yıllarda günümüz liberallerinin manifestosunu vermiştir.  

 

 6.yüzyılda Zerdüşt bir din adamı olan Mazdek, özel mülkiyete karşı çıkmış, yeryüzündeki malların sahibinin ancak tanrı olabileceğini savunmuştur. Ona göre mallar insanlar arasında eşit paylaşılmalıydı. Zira o mallar tanrınındı. Mazdek’in bu düşünceleri zamanla Zerdüştlük dininde Ahura Mazda adlı bir tanrı yaratmıştır.  

 

 Orta Çağ’a atlayacak olursak bir yazımda da özel olarak değindiğim Thomas MoreCampanella, Bacon üçlüsüne değinebiliriz. Başlarını More’un çektiği bu üç farklı düşünür farklı zamanlarda üç ayrı eser yayınlamışlardır. (Eserlerin detaylarını anlattığım yazı.) Sırasıyla; Utopia, Güneş Ülkesi ve Yeni Atlantis. Ancak bu eserlerin bir ortak noktası var: Düşünürlerin kendi kurdukları toplumlarda ortak mülkiyeti savunmaları. Yani bu üç düşünür de Platon’dan sonra Sosyalizmin en önemli temsilcileri. İnandıkları ortak payda şu ki: Onlar suçların, adaletsizliklerin, eşitsizliklerin sebebini özel mülkiyete dayandırıyorlar. Ki kurdukları mükemmel toplumda bu kanser hücrelerinin bulunması, o toplumu mükemmel yapamaz zaten.  

 

 Orta Çağ ve mülkiyet dediğimizde ismini söylememiz farz olan bir başka düşünür veya teolog da Saint Aquinas Thomas. Thomas’ın düşünür mü teolog mu olduğu tartışılan bir konu. O yüzden ben şimdilik düşünür diyeceğim. Başka bir yazıda kendisine ve bu konuya değinir, tartışırız. Bu arada bu ismi felsefe derslerinde Aquino’lu Thomas olarak da bilebilirsiniz. Peki, Aquino’lu Thomas ne demiş?Adından da anlaşılacağı üzere kendisi bir din adamı ve Hristiyan öğretisine sadık kalarak yorum yapmış mülkiyet hakkında. Ona göre mülkiyet insan ilişkilerinin bir ürünüydü yani doğaldı. Ancak bir parantez açmak gerekiyor burada. Ona göre mülkiyet aynı zamanda Tanrı’nındı. Mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkması da insanın günahkar doğasının bir ürünüydü. Yani mülkiyet tam olarak doğal da değildi. Ayrıca unutmamak gerekir ki Thomas bir kilise adamıydı. Yani tüm düşüncelerinde Skolastik düşünce dolayısıyla Aristo’nun öğretilerinin izleri görülmekteydi. Yani Aristo’nun dediği gibi o da özel mülkiyetin insanın çalışkanlığını arttırdığını, ortak mülkiyetin dağılımında insanın doğası gereği her zaman hoşnutsuzluklar olacağını savunuyordu. Yine soruyorum: Hangi insan doğası?  Veya din gereği eşitlik derken özel mülkiyeti savunmak eşitliği sarsmaz mı?  

 

 Değineceğimiz bir başka ünlü düşünür ise John Locke. John Locke’un metinlerinde birçok ideolojiye dair çıkarımlar görsek de şu anda kendisini en çok liberaller sahipleniyor. Bu nedenle kendisini Klasik Liberalizm’in fikir öncülerinden biri olarak görüyoruz. Peki Locke ne demiş? Locke’un mülkiyet hakkındaki düşüncelerini “Yönetim Üzerine İkinci İnceleme” adlı eserinde görüyoruz. Locke’a göre özel mülkiyet doğal bir haktır ve bunu şu argümanla açıklar: “İnsanlar yemek yemeden yaşayamaz. Ancak, yemek için ortak mülkiyete el koyması ve onu bireyselleştirmesi gereklidir.” Bu sav bana göre oldukça tutarsız. Zira ortak mülkiyet öğretisi; insanların ihtiyaçları olan yemeği, barınmayı kısıtlamaz aksine bir kısmın haksız yere fazla yemesine karşı çıkar. Locke kendisinden yaklaşık 2000 yıl önce söylenmiş teoriyi yine tekrarlar ve şunları der: Ayrıca Locke, ortak mülkiyet olarak bırakılan toprağın veriminin, özel mülkiyet haline gelen toprağın veriminden daha düşük olduğunu söyler. Toprağın verimliliği, Tanrı’nın ihsanıyla değil onu nasıl işleyeceğimizle ilgilidir. Bu nedenle, ortak mülk olan toprak, bir kişinin mülkiyeti haline geldiğinde daha verimli hale gelir ve bundan herkes yarar sağlar.”[2] Felsefenin hala bu kısır düşünceden çıkamaması gerçekten beni üzüyor. Bu sava cevabımı bir sonraki bölümde vereceğim.  

 

 Şimdi gelelim benim en eğlendiğim kısım olan 19.yüzyıl Avrupa’sına. Burada sağ teoriye girmeyeceğim çok zaten çok uzattım yazıyı. Zaten 19.yüzyıl bence sol teorinin yüzyılı. Sol teoride de isimlerini anacağımız iki ana isim var: Proudhon ve Marx. Yaş olarak biraz daha büyük olması sebebiyle ilk Proudhon’dan bahsedeceğim. Yani düşünceler arasında kayırdığım falan yok. Beni zaten önceden beri okuyanlar, Proudhon’dan da çokça bahsettiğimi bilir. Peki kim bu Proudhon, neyi savunuyor?  

 

 Bu sözü daha önce duydunuz mu bilmiyorum ama “Mülkiyet Hırsızlıktır!” diyor Proudhon. Bunu asi bir manifesto olarak veya ortamlarda havalı olmak için söylememiş Proudhon. Felsefi bir temeli var bu kısacık sloganın. Aslında bu slogan bir eserinin ismi. Ben de okurken biraz zorlansam da bu eseri okudum yazmadan önce. Şu anda “Mülkiyet Nedir?” adıyla basılıyor, okumak isterseniz öneririm ama dediğim gibi biraz ağır geldi bana. Bu arada Proudhon bir anarşist. Dünyada kendini anarşist olarak ilan eden ilk kişi ve dolayısıyla anarşizmi kurumsallaştıran ilk kişi. Hatta devlet ve mülkiyet hakkındaki fikir ayrılıkları Marx’la olan dostluklarını da zedelemiştir. Proudhon’a göre özel mülkiyet tüm sorunların başıydı ve hem matematiksel, hem mantıksal hem de felsefi olarak özel mülkiyetin varlığı olanaksızdı. (Olanaksız burada; mantığa ters anlamında kullanılmıştır. Proudhon da böyle kullanır.) Bugün hırsızlık varsa, cinayet varsa, eşitsizlik varsa sebebi mülkiyetti Proudhon’a göre. Mülkiyet peki neden hırsızlıktır? Cevabı çok basit: Birinin bir mülkiyeti elde edebilmesi için -günümüzün zenginlerini düşünün- tek başına kendi emeği yetmez. Elbet bir yerde birilerinin emeği çalınmıştır ki çalınıyor bu nedenle mülkiyet hırsızlığın ürünüdür. Ayrıca bir parantez açayım: anarşizmin sizin evinizde arabanızda gözü yok. Bunlar zaten sizin ihtiyaç ve haklarınız. Ancak birinin bir ev almak için 30 yıl çalışması gerekirken biri bir ayda alabiliyorsa ve bunu alırken sadece kendi emeği yoksa yani başkalarının emeği sayesinde alabiliyorsa büyük bir sıkıntı vardır. Derdimiz bununla. 

 

 Proudhon’dan sonra sol mülkiyet teorisinin en önemli geliştiricileri şüphesiz Marx ve Engels’tir. (Sonra dememin sebebi tamamen kronolojik.) Henüz okumadığım Das Kapital’de ve yaklaşık on kere bitirdiğim Komünist Manifesto’da sıkça karşılaştığımız mülkiyet sorunu, şüphesiz sol harekete ciddi bir ivme kazandırmıştır. Zaten Marx’ın en temel sorunuydu özel mülkiyet. MarxLocke’a da ciddi bir eleştiri de bulunur. Ona göre mülkiyet doğal bir hak değil sömürünün ürünüdür. Bu nedenle bir hak olamaz. Neden hırsızlık ve sömürü olduğunu Proudhon bölümünde açıklamıştım, aynen geçerli. Ayrıca Marx adalet adı altında sömürüyü meşrulaştıran burjuva anayasasına da karşı çıkar. Zira anayasalarda mülkiyet güvence altına alınmıştır ve aynı şekilde anayasa önünde herkes eşittir. Bu ciddi bir tezatlık yaratmaz mı anayasa içerisinde? Zaten Marx ve Proudhon’dan sonraki bölümde direkt olmasa da sıkça bahsedeceğim. Bu yüzden yeterli buluyorum.  

 



BENCE “MÜLKİYET” 

 

 Mülkiyetin hırsızlık olduğu gerçeğine katılarak bunun bir hak olarak görülmesini de çok gülünç buluyorum. Bu arada bu bölümde bir düşünürmüş edasıyla değil, bilimi ve hayatı anlamaya çalışan daha 17 yaşında bir Taha olarak yazacağım. Gerçekten safça sorular soracağım ve bir art niyetim olmayacak. Samimiyetime güvenebilirsiniz. 

 

  Herhangi bir zenginin, bu kadar para kaynağının nereden geldiğini sorguladığımda, liberal kesimden –ki gülünçtür ki bence çoğu hayatı boyunca böyle bir zenginliğe ulaşamayacaklar ve kendi haklarını savunur gibi zenginlerin hakkını savunuyorlar- “Adam zamanında çalışmış, şimdi de ekmeğini yiyor.” tarzında bir cevap alıyorum. E güzel dostum ben de çalışıyorum neden daha bir arabam dahi yok? Yine liberal kesim: “O zamanında sadece çalışmamış, bir de zekasını kullanmış, eğitimli biri.” Peki güzel dostum ben neden onun aldığı eğitimi alamıyorum? Onun için Harvard’a gitmek normalken benim için neden hayal? Burada bir eşitsizlik yok mu? Bir de şu eşitlik var ya ağzınızdan düşüremediğiniz nerede? Cevabını vereyim özel mülkiyetin var olduğu yerde eşitlik mümkün değildir. Ne o çok sevdiğiniz kanunlar önünde ne de devlette.  

 

Mülkiyet hırsızlıktır... 

 Çünkü X milyonerinin, milyonlarca dolar parayı kendi emeğiyle kazanması matematiksel olarak mümkün değildir. Mesela: bir şirkete girdiğinizde 20.000$ maaş alacağınızı düşünün. Bence Türkiye şartlarında da başka ülke şartlarında da güzel para. İyi bir maaş vermemin sebebi bu matematiğin sadece asgari ücretliler için geçerli olmadığını kanıtlama çabamdandır. Sizce de patronunuzun kar etmesi için sizin ona aldığınız maaştan (yani 20.000$) daha fazla emek vermeniz gerekmez mi? Kendinizi patronun yerine koyunuz ve düşününüz sizden en az 60.000$’lık emek almalı ki –belki de daha fazla- kendi kazanabilsin. Arada kalan 40.000$ kime gider? Patronun cebine. Bu sizin emeğinizi sömürmek, çalmak değil midir? Patronunuzun tatil masraflarını siz ödemiş olmuyor musunuz? Bu örnekle şuraya da dikkat çekeyim isterseniz asgari ücret isterseniz 100.000$ maaş alın sizin de emeğiniz sömürülüyor. Yukarıdan baktığınız asgari ücretliyle aynı gemidesiniz yani.  

 

Mülkiyet cinayettir... 

 Bu da yine Proudhon’un bir önermesi. Ben bu önermeyi şöyle yorumluyorum: Mülkiyet, birilerinin açlıktan, susuzluktan öldüğü gerçeğine göz yummaktır. Ölmesini sağlamaktır. Dünyada hala birileri yemeğe, suya, barınmaya ulaşamıyorsa sebebi birilerinin mızıkçılık yapıp pastadan fazla pay alması değil midir? Liberalizmin çokça bahsettiği pastayı büyüteceğiz, kimseyi fakir bırakmayacağız mottosu neden bugünkü fakirliklere, ucuz işçi çalıştırılmasına karşı çıkmıyor. Aksine sırf pastayı büyüttü diye ucuz işçi çalıştıran patronu alkışlıyor. Evet, haklısınız pasta büyüyor ama benim payım nerede? 

 

En iyimser tabiriyle mülkiyet, bütün pisliklerin başıdır... 

 Bugün suç olarak saydığımız ve benim de onayladığım birçok suçun sebebi mülkiyet değil midir? Zaten yasa koyucular “Zenginin malını fakirin yağmasından korumak.” amacıyla yasaları koymamışlar mıdır? En basitinden herhangi bir ülkenin anayasasını aldığımızda yasaların %90’ı mülkiyeti korumaya yönelik değil midir? Zaten devletin görevi zengini korumak değil midir? Devlet her zaman burjuva devleti olmamış mıdır? Bunun gibi tonlarca soru, size yöneltiyorum okurum.  

 

 Yukarıda kalınca yazdığım cümleyi iyice açıklayayım. Bugün hırsızlar; zevk aldığı için mi hırsızlık yapar? İnsan doğuştan bu kadar kötü müdür? Eğer öyleyse bu doğaya/Tanrı’ya hakaret değil midir? Hırsız ne doğuştan gelen bir hisle ne de hastalıkla hırsızlık yapar. Bunu bin kere reddediyorum. Hırsız, karnı aç olduğu için hırsızlık yapar. Bunun hastalığa dönüştüğüyle alakalı klinik raporları paylaşacak olabilirsiniz benimle. Sorunu ortasından ele almayın lütfen, başından ele alın. En başında aç kalmasaydı hırsızlığa yeltenir miydi?  

 

 Hepimizin ahlaksız olarak baktığı bir hayat kadını, gerçekten zevk alır mı bedenini pazarlamaktan? Yoksa karnını doyuramadığı için mi bu haldedir? Ancak statükoculuğun bir sonucu olarak bizler/sizler: hayat kadınlığını sadece ahlaksızlık olarak görürsünüz. “Neden böyle oldu?” diye sormaya korkarsınız. 

 

  Mülkiyetin sağladığı onlarca suç var daha fazla uzatmak istemiyorum.  

 

PEKİ BENCE NE OLMALI? 

 Eğer sorunsuz, refah bir toplum oturtacaksak ortak mülkiyet kaçınılmaz bir sondur. Ortak mülkiyet eşitliği ve adaleti getirir. Hem de meydanlarda çıkıp “Hak,hukuk, adalet” diye oy dilenenler gibi yalan söylemez ortak mülkiyet. Peki, soracaksınız: “Taha, ortak mülkiyet sadece çözüm olmadı SSCB’nin hali ortada?” Haklısın güzel insan. Bir kere SSCB’de dahi özel mülkiyet vardı, sadece sınırlıydı ve devlet kontrolündeydi. Gerçekten eşit, refah hatta özgür bir toplumda hiyerarşi de olmamalıdır. Her türlü otorite de hiyerarşi oluşturacaktır. İşte bu yüzden Marksizm’in proleter iktidarı mutlak özgürlük ve eşitliği sağlama konusunda sınıfta kalmaktadır veya kalacaktır. Ne burjuva ne de proleter iktidarı istiyorum. Artık özgürleşmek, yönetilmemek istiyorum!  


"Özel mülkiyeti ortadan kaldırma niyetimiz karşısında dehşete kapılıyorsunuz, oysa özel mülkiyet sizin toplumunuzda nüfusun onda dokuzu için zaten ortadan kalkmıştır; birkaç kişi için varoluşu, tamamıyla, bu onda dokuzun ellerinde varolmayışından ötürüdür. Demek ki, siz bizi, varlığın zorunlu koşulu toplumun büyük bir kısmının mülksüzlüğü olan bir mülkiyet biçimini ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Tek sözcükle, bizi, mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Elbette; bizim niyetimiz de zaten budur."

(Karl Marx, Friedrich Engels, 1848, Komünist Manifesto)      

 

 

 

Taha KÖKSAL 

 

KAYNAKÇA 

  • Proudhon P.J. (1840), Mülkiyet Nedir?, İş Bankası Kültür Yayınları 
  • Dinler E. , Çalışkan Z. (2019), Mülkiyetin Tarihsel Gelişimi Üzerine Bir Deneme, Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi/Journal of Social Policy Conferences, 77: 421-452 
  • Kılıç R. , Demirçelik M. (2011), Mülkiyet Kavramının Tarihsel Gelişimi Sürecinde Ortaçağ ve Reform Hareketi, Dumlupınar Üniverisitesi Sosyal Bilimler Dergisi Sayı:30 
  • Aktan C.C (2018), Mülkiyet Hakları Felsefesi, HAK-İŞ Uluslararası Emek ve Toplum Dergisi Cilt: 7 Yıl: 7 Sayı:18 (2018/2) 
  • [1] https://www.nisanyansozluk.com/?k=mülkiyet 
  • [2] Birdal M.(2007), Locke’s Theory of Property and Its Marxist CritiqueLock and Marx On Property Rights and Individual Liberties, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası Cilt: 57, Sayı: 1 

 

Bunu da Beğenebilirsin

0 yorum