facebook linkedin twitter instagram medium

Taha Köksal | Kişisel Web Sitesi

    • Anasayfa
    • Hakkımda
    • _İletişim
    • _Taha Köksal
    • Kütüphanem
    • Diğer Yazılarım
    • GİZLİLİK POLİTİKASI
    • İletişim



                Yaklaşık 300 bin yıllık toplum tarihini incelediğimizde geride bıraktığımız yüz senenin kadınlar, kadın hareketleri ve kadın-toplum ilişkisi konularında ivmelenme dönemi olduğunu görürüz. Aslında bu koca zaman yumağında çok küçük bir kısmı kapsayan bu süreçte kadınlar açısından nice olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Eğitim, yaşama, mülkiyet ve medeni haklar özellikle önde gelen toplumlarda hemen hemen aynı dönemde -20.yüzyılın ilk yarısında- kadınlara da tanınmıştır. Tabii bu reformlardan veya bu dönemdeki kadın hareketleri üzerine bir inceleme yapmayacağım zira bundan yaklaşık iki yıl önce böyle bir yazı yazmıştım. ( Dönemin koşullarını ve kadın hareketinin dünyadaki aşamalarını anlamak için yazıma buradan ulaşabilirsiniz. ) Öte yandan baktığımızda ise hala dünyanın birçok bölgesindeki azımsanmayacak sayıdaki kadın temel haklarını almak için mücadele veriyor veya mücadele vermesi gerektiğinin bilincinde değil. Mesela ben tam bu yazıyı yazarken bildirim ekranıma düşen haberde ‘Taliban’ın Afganistan’daki kadın üniversite öğrencilerinin eğitim haklarını ellinden adlığı’ yazıyor. Ya da bugünün de konusu olan ve son dönemin sansasyonel ülkesi İran’da aslında yüz yıllı aşkındır devam eden bir kadın hareketi ve mücadelesi var. İşte bugün son dönemde tüm dünyayı çalkalayan Mahsa Amini katliamı ve sonrasındaki yaşananlarla gündemimize gelen İran’ı ve İran’daki kadın hareketini kalemim vardığınca inceleyeceğiz. 

     

     

     

      Siyaset ve toplumlar tarihine baktığımızda büyük olayları tetikleyen tek bir olaydan ziyade bir olaylar silsilesinin var olduğunu görürüz. Mesela -en popüler olarak- Birinci Dünya Savaşı’nın “Avusturya-Macaristan veliahtının suikasti” sonucu başladığı bilgisini hepimiz tarih derslerinden biliriz. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının tek sebebinin bu olay olmadığını bu dönem hakkında en ufak bilgisi olan biri dahi bilir. Aynı şekilde yaklaşık 110 gündür devam eden “İran Protestoları” nın tek nedenin Mahsa Amini’nin öldürülmesine indirgememiz oldukça yanlış olacaktır. Bu nedenle ilk başta coğrafyayı ve bu coğrafyadaki kadın hareketini tarihsel olarak incelememiz, bugüne dair doğru çıkarımlarda bulunmamıza yardımcı olacaktır. Bu nedenle bu yazıda İran’ın Devrim öncesi ve sonrası siyasi iklimi, İran coğrafyasında kadının toplumdaki yeri, bu bölgedeki kadın hareketleri incelenecek ve sonuca varılacaktır. Şimdiden keyifli okumalar dilerim…

     

     

    1.Tarihsel Süreçte İran’da Kadının Toplumdaki Yeri ve Kadın Hareketleri

     

      İran… Birçok sosyal bilimcinin katılacağı gibi İran coğrafyasının geride bıraktığı elli yıl oldukça ilgi çekici. Özellikle 1979 İslam Devrimi ve sonrasındaki gelişmelerin toplumda bıraktığı etkiler birçok sosyal disiplin için adeta bir laboratuvar işlevi görmekte.  Her ne kadar biz bu yazıda İran’daki siyasi gelişmelerin kadınlar üzerine etkisini irdeleyecek olsak da bu gelişmelerin; İran toplumunu ideolojik, kültürel, sanatsal ve sosyal açıdan nasıl etkilediğinin incelenmesi başlı başına bir ilgi ve makale konusudur. Buna ek olarak; özellikle Devrim sonrası politikalardan dolayı -birazdan anlatacağım üzere- İran toplumunun ve medyasının kısmi olarak dünyadan izole olduğunu yani İran’ın giderek bir ‘kapalı kutu’ ya dönüştüğünü hatırlatarak okurlarımdan İran hakkındaki özellikle güvensiz kaynaklardan gelen bilgilerini bir kenara bırakmalarını rica ediyorum. Zira bu bilgilerin bir kısmının yanlış veya komplo teorisi olma ihtimali çıkarımlarımızı farklı bir yöne çevirebilir.

     

     

       İran coğrafyasındaki kadın hareketini Kaçarlar Dönemi, Pehleviler Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi olarak üç aşamada incelememiz en doğru yöntem olacaktır. Dilerseniz ilk kıvılcımların oluştuğu Kaçarlar Dönemiyle başlayalım.

     

     

    1.1.Kaçar Hanedanlığı Dönemi (1794-1925)

     

                  Tüm dünyada olduğu gibi ‘kadın hareketi’ İran coğrafyasında da 19.yüzyılın sonları ve 20.yüzyılın başlarına tekabül eden dönemde başlamıştır. Sanayileşmeyle beraber -her ne kadar İran o dönemde sanayileşmese de- Avrupa’da giderek artan feminizm akımı ve ‘Kadının toplumdaki yeri’ sorusu Osmanlı dahil birçok sanayileşmemiş topluma da ulaşmıştır. Bu süreç, İran’da da aynı Avrupa’da olduğu gibi ilerlemiş; yani ilk başta kadın inisiyatifleri, örgütleri kurularak “kadın” öznesinin yasal çerçevede bir anlam kazanması ve güvence altına alınması amaçlanmıştır. Bu dediğimi biraz açacak olursak; İran’daki ilk kadın hareketleri de aynı Avrupa’dakiler gibi (bkz. 1.Dalga Feminizmi) mülkiyet, eğitim ve medeni haklarının yasal çerçevede güvence altına alınmasını talep etmişlerdir. Kadınlar örgütlü mücadelelerinin meyvelerini Kaçarlar ve takip eden dönemlerde kısmi olarak elde etseler de coğrafyada yaşanan bağımsız siyasi gelişmeler ve yanlış kararlar bu kazanımların geri kaybedilmesine veya bir noktadan sonra duraksamasına neden olmuştur. Her ne kadar istediği kazanımları elde edemese de yüz yılı aşkındır devam eden ‘İran Kadın Hareketi’ her kesimden takdir toplamayı başarmıştır. 

     

     

                Kaçarlar Dönemi’ndeki kadın hareketini incelediğimizde ise en büyük kırılma noktasının 1905-1911 yıllarını kapsayan “Meşrutiyet Dönemi” olduğunu görürüz. Hemen hemen Osmanlı’yla eş zamanlı olarak meşrutiyeti (bkz. İkinci Meşrutiyet) yaşayan İran halkı için bu dönem bir demokrasi mücadelesidir. 1905-1911 yıllarında meşrutiyet için silahlı ve örgütlü mücadele veren İran halkının elde ettiği bu büyük kazanımda kadınların cephe arkasındaki desteği ve ruhu büyük rol oynamıştır. Bu mücadelenin sonucunda meşrutiyet kazanılmış ve İran coğrafyasına “anayasal hükümet” kavramı girmiştir. Kısmi demokrasinin bu coğrafyaya girmesiyle ‘kadın’ siyasetin de konusu haline gelmeye başlamıştır. Tabii burada kadınlara seçme-seçilme hakkının verildiği veya oldukça özgürlüklerin olduğu bir toplum hayal etmenizi istemiyorum. Zira kadın, hala o dönemde de kültürel ve dini birçok sebepten dolayı siyasi olarak da bir özne konumuna gelememişti. Hatta 1907 yılında Meşrutiyetçi erkekler yeni anayasayı hazırlarken kadınlara seçme-seçilme hakkı vermeyerek ilk golü atmıştı bile. Bu noktada kazanılamayan bu hakkın anlık bir mahrumiyetten ibaret olduğunu düşünmek de yanlış olacaktır. Çünkü burada gördüğümüz ataerkil düzenin uyguladığı sistematik bir mahrumiyet. Öyle biliyoruz ki yüz elli yıllık Kaçarlar ve öncesi döneminde zengin-fakir sınıf fark etmeksizin kültürel nedenlerle kadın eğitime dahil edilmiyor, zihinsel ve kültürel olarak yontuluyordu. Yüzyıllardır süren bu sistematik mahrumiyet konu demokrasi ve oy kullanma olduğunda da kadınlar yeterli görülmeyerek çerçevenin dışına atılmıştır. Peki her şeye rağmen bu meşrutiyetçi kadınlar ne istiyordu, neyi başardı, neyi başaramadı?

     

     

                Tekrara düşmek istemiyorum ancak bu dönemdeki kadınların istekleri oldukça temeldi. Onlar temel haklarını yasa koyuculardan talep ediyor ve toplumsal hayatın öznesi olmak istiyorlardı. Spesifik olarak inceleyecek olursak; kadınlar kız çocukları için eğitimi, medeni ve mülkiyet haklarının güvence altına alınmasını, tesettür zorunluluğunun ortadan kaldırılmasını, oy haklarını ve siyasi hayata dahil olmayı Meşrutiyet yönetiminden talep ediyorlardı. Bu bağlamda sistematik mahrumiyetin farkına varan kadınlar ilk başta kız çocukları ve kadınlar için eğitim hakkını talep ediyorlardı. Belki de bu dönemdeki en büyük kazanımda bu alanda elde edilmiştir. 

     

     

                Kadınlara ve kız çocuklarına verilecek eğitimin mücadeleleri için büyük bir yarar sağlayacağına inanan aktivistler, bu alanda büyük bir mücadele ortaya koymuştur. Öyle ki 1918 yılına gelindiğinde başkent Tahran’da 10 adet okul kız çocuklarının eğitimi için açılmıştı. Kulağa oldukça küçük gelen bu sayı yazının ilerleyen kısımlarında bahsedeceğim istatistiklere büyük bir etkisi olduğunu hatta bir kıvılcım etkisi yarattığını göreceksiniz.

     

     

                Siyasette hatta hayatta bazen talep ettiğiniz her şeyi tam anlamıyla alabilmeniz mümkün değildir. Öncelikler sıralaması yapmanız ve bir şeylerden vazgeçip, bir şeylere daha fazla yoğunlaşmanız gerekebilir. Meşrutiyet Dönemi’ndeki kadınlar için de aynısını söyleyebiliriz. Kız çocuklarının eğitimine enerjilerini harcayan kadınlar tesettür, medeni ve siyasi haklar alanlarında istediklerini elde edememiştir. Yapabilecek bir başka yorum ise -yorumdan ziyade bir gerçek- öncelik olarak belirledikleri eğitim hakkı meselesini isterken bunları da talep etmeleri öncelikli mücadelelerine ciddi bir zarar verebilirdi ve bundan korkuyor olabilirlerdi. Mesele bu nedenden ötürü tesettür sorunu gündeme dahi getirilmemişti. Zaten bırakın siyasi çevreyi kadınlı erkekli İran toplumu da bu radikal değişime pek hazır değildi. [1] Tarihsel süreç de bize gösterir ki bu tür radikal değişimler, altyapı oluşturulmadan yapılırsa ya sürdürülemez ya da insan hayatı ve güvenliği için oldukça sancılı olur. Tüm bunların sonucunda kadınlar meşrutiyet döneminde tesettür, medeni ve siyasi haklardan geçici olarak vazgeçerek eğitim hakkını kazandılar ve bir sonraki dönemlere pratik ve düşünsel miraslar bıraktılar.

     

     

    1.2.Pehleviler Dönemi (1925-1979)

     

        1925 yılında Kaçar Hükümdarı Ahmed Şah’ın hastalanıp tedavi için Avrupa’ya gitmesi sonucu yönetimden şikayetleri olan Rıza Şah Pehlevi önderliğindeki bir grup asker darbeyle yönetimi devraldılar. İlk başta kendini silahlı kuvvetler bakanı ve sonrasında savaş bakanı ilan ederek rejimine karşı olanları bastırdı. Yerini güvence altına alan Rıza Pehlevi ardından kendisini “şah” ilan etti. Tüm bunları yaparken kendine örnek aldığı hatta kendi gibi askeri geçmişten gelen bizim de çok yakından tanıdığımız bir isim vardı: Mustafa Kemal Atatürk. Bildiğimiz üzere Müslüman ve kısmi orta doğu toplumu olan bir toplumun (Türklerin) bu tür reformlar başarabilmesi sadece Batıyı değil İslam toplumlarını da şaşırtmıştı. Aslında Pehlevi’nin de kafasındaki kısmi olarak Türk Devrimi gibi bir devrim yaratmaktı. Hatta bir noktada Atatürk’le sıkı temaslarda bulunduğunu dönemin mektuplarından biliyoruz. Ancak dönemin siyasi şartlarından mı ötürü yoksa Pehlevi’nin siyasi çıkarlarından mı ötürü bilinmez Pehlevi, Mustafa Kemal’in en büyük önerisini daha tahta çıkmadan reddetmiştir. 1925’te Rıza Pehlevi’nin kendi hükümdarlığını ilan edeceğini öngören Kemal, bir elçi göndererek “Şahlığını değil Cumhuriyeti ilan etmesini” istemiştir. Ancak bu teklifi Rıza Pehlevi tarafından reddedilerek “İran Şahlığa alışıktır, başka rejimle yönetilemez, onun için Şah’lığımı ilan edeceğim” demiştir. [2]

     

     

                Rıza Şah Pehlevi’nin yönetime gelmesiyle ülke her anlamda Batı kültürünü almaya başladı. Yönetimin kilit pozisyonlarına Batı eğitimini alan yöneticiler getirildi. 1926 ve 1928 yıllarında sırayla Ceza Kanunu ve Medeni Kanun kısmi olarak Batı anayasalarından etkilenerek çıkarıldı. Öte yandan Rıza Şah Pehlevi’nin kadının toplumdaki yeri sorununu hükümdarlığının ilk on senesinde görmezden geldiğini söyleyebiliriz. Bunun en güçlü nedeni ise bu sürede tahtını güvence almasıydı. Bu nedenle bu süreçte kadınlar açısından bir reforma çok gidilmemiş -Medeni Kanun dışında- ancak 1930’ların ortasına gelindiğinde radikal değişikliklere imza atılmıştır.

     

     

                Meşrutiyet Dönemi’nde eğitim hakkını elde eden kadınların Meşrutiyet sonrasında istedikleri haklar yine çağdaşları gibi (Batı’dakiler) temel haklardı. Tesettür serbestliği, medeni ve mülkiyet haklarının yanında kadınlar artık ekonomik ve sosyal hayata katılmak istiyorlardı. Artık iş bulabilmek ve işe girmek, sosyal alanlarda negatif ayrımcılığa uğramamak ve çalışmak şartlarının kolaylaştırılmasını talep ediyorlardı. Buna ek olarak temel sağlık haklarını elde etmek de istiyorlardı. 1930 ortalarına gelindiğinde Rıza Şah Pehlevi kolları sıvadı. İlk olarak Medeni Hukuk, İslam fıkhi ve modern hukukla birleştirilerek yeniden düzenlendi. Ardından bu dönemin en kritik reformu gerçekleştirilerek tesettür zorunluluğu ortadan kaldırıldı. Ancak tarih bize gösterdi ki İran bu radikal değişime hala hazır değildi. Rıza Şah Pehlevi içinse modernleşmek için bu tür radikal değişimlerin hızlıca yapılması gerekiyordu. 

     

     

                Yine bu dönemde artık eğitilen kadın daha da örgütleniyor, örgütlenmesi de güç tarafından olumsuz karşılanmıyor ve bunun sonucunda bir takım kadın yayınları ve dergileri ortaya çıkıyordu. Bunların başını çeken Zeban-i Zenan ve onları takip eden Name-yi Banivan (Kadınların Mektubu), Alem-i Nisvan (Kadınların Dünyası), Zenan-i İran (İran Kadınları), Cihan-i Zenan (Kadınların Cihanı), Cümle-yi Zeban-i Zenan (Bütün Kadınların Dili) gibi yayınlarla artık kadın her alanda bilinçlendiriliyordu. Tüm bu yayın ve kadını bilinçlendirmeye yönelik mücadelenin sonucu olarak da 1962 yılına gelindiğinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı elde edildi. Bu gelişmeyi takip eden ilk seçimlerde az sayıda kadın milletvekili seçilse de birkaçı bakan dahi oldu. Ama yine de bu gelişme alt kesimlerdeki kadını fazla etkilemiyordu. Çünkü bilinir ki siyaset hem maddi hem de kültürel açıdan maliyetli bir iştir ve kadınlara hala ekonomik hayatta yer oluşturamayan bir toplumda sadece varlıklı kesimde yetişmiş kadınlar bir yerlere gelebilir. Tarih bir kere daha şaşırtmayarak kadınlar içindeki sınıfsal farkı da göz önüne bulundurulması gerektiğini gösterdi. Hali hazırda üst sınıflarda yetişen ve önemli görevlere getirilen kadınlar taşradaki kadınların sorunlarına bir çözüm bulamadı hatta onlara ulaşamadı bile. Tüm bunların ışığında İran’da kadınlar içerisinde yeni bir ara kesim oluştu. Yazımın ileriki kısımlarında daha detaylı değineceğim bu kesim, modern eğitim almış ancak geleneksel değerlere bağlı ve genellikle Batı’yı reddediyordu. Bu kesim, emperyalizm ve Batı karşıtlığında bir üçüncü yol olarak İslam Devrimi’ni savunarak tarih sahnesine bu rolle tekrardan çıkacaktı. Yani İslam Devrimi’nin temelleri şimdiden atılıyordu.

     

                1962 yılındaki olaylardan sıyrılıp tarihte bir geri dönüş yaptığımızda 1941 güzü İran için önemli bir sınavdı. İran’ın doğal kaynaklar açısından çok zengin oluşu ve jeopolitik konumu Kaçarlar Dönemi’nden beri emperyalist devletlerin mutlak hedeflerinden biri haline getiriyordu. Özellikle o dönemde Fransa ve İngiltere, sonrasında ise ABD ve SSCB’nin mutlak hedefi halindeydi İran toprakları. Belki de İran’ın tarihsel açıdan siyasi istikrarsızlıklarının temelinde de bu zengin toprakları ve emperyalist devletlerle olan yakın ilişkisi yatmaktadır. İşte 1941’e gelindiğinde en büyük ideali “tam bağımsız İran” olan Rıza Şah Pehlevi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın yanında savaşa dahil olabileceği endişesiyle iki zıt güç olan İngiltere ve SSCB tarafından işgal edildi. Savaş ortamını ve krizi yönetemeyen Rıza Şah tahttan inmek zorunda kaldı ve tahtı oğlu Muhammed Rıza Pehlevi’ye bıraktı. 

     

     

                Muhammed Rıza’nın ilk yılları da aynı babası gibi tahtını sağlama almakla geçti. Yani kadınların sorunları görmezden gelindi. Yine yukarıda detaylıca bahsettiğim seçme seçilme hakkı bu dönemde kazanıldı. Kadınlar artık daha iyi eğitim alıyor ve örgütleniyordu. Bunların sonucu olarak bir kesim daha ortaya çıktı ki bu kesim iyi eğitim almış ve enerjisini kadınları örgütlemeye harcayan bir kesimdi. Tüm siyasi olumsuzluklara rağmen taşraya dahi inebilen bu kesim görevini başarıyla yapabilmesine rağmen siyasi arenada özne olarak bir varlık gösteremedi. 

     

     

                Artık yavaş yavaş evde, sokakta, üniversitede, işte devrimin ayak sesleri duyulmaya başlıyordu. 

     

     

                1.3. İran İslam Cumhuriyeti Dönemi (1979- )  

     

     

                Tarihler 1979’a geldiğinde İran’da siyaset tarihinin en önemli olaylarından biri gerçekleştirildi. Neresinden bakarsanız bakın farklı ve önemli olan bu devrimin sonuçları, getirdikleri ve götürdükleri hala bir tartışma konusu. Peki neden önemli bu devrim? Aynı yüzyıl içerisinde iki büyük savaş atlatan dünyada o yıllara gelindiğinde iki büyük kutup bulunuyordu. Nazi Almanyası, Fransa, İngiltere, İtalya gibi güçler ya kaybolmuş ya da pasifleşmiş; sadece iki büyük güç kalmıştı: ABD ve SSCB. Bildiğiniz üzere ABD ve SSCB iki ayrı ekonomik sistemi (kapitalizm ve sosyalizm) sahipleniyor ve birbirlerini suçluyordu. İran ise kültürel pratiklerinden ötürü bu iki kutbu da reddedip üçüncü bir yol ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Yani İran bilinen üzere tarihsel süreçte emperyalizmden oldukça çekmişti ve bu iki yolunun sonucunu da mutlak emperyalizm olarak görüyordu. Şah rejiminin Batılılaşmaya dönük reform ve politikaları halkın büyük bir çoğunluğunun tepki göstermesine neden oluyordu. 

     

     

                Benim de kişisel olarak çok şaşırdığım bir şekilde toplumun neredeyse her kesimi modernisti, gelenekselcisi, Marksisti, liberali herkes rejime karşı tek yürek olmuştu ve inanılmaz bir birliktelikle 1979’da rejim yıkıldı. Ardında hala cevaplayamadığımız çokça soru bırakan bu devrim, hala akademide de güncel bir konu. Benim de merak ettiğim çokça soru var. Mesela, acaba devrime destek veren bunca aydın şu anda pişman mı? Neyse bu soruların cevabını ve diğer sonuçları başka bir yazıda irdeleriz. Biz kadınlara dönelim.

     

     

                Ayetullah Humeyni önderliğinde gerçekleştirilen bu devrim mutlak bağımsızlık ve özgürlük vaat ediyordu. En azından büyük bir kesim bu umutla devrime destek vermişti. Rıza Şah Pehlevi tarafından Avrupa’ya gönderilmiş ve pozitif bilimlerde eğitim almış Humeyni ülkesine dönüp Rıza Şah Pehlevi’nin oğlunu tahttan indirmişti. 

     

     

                Devrimin başarısındaki en önemli etken olan olan birlik ruhu giderek kaybedildi. Oluşan fikir ayrılıklarıyla ilk kopuşlar başladı. Siyasette tahtını meşrulaştırmanın veya sorunları örtmenin en kolay yollarından biri de savaş çıkarıp düşman yaratmaktır. Zira savaş toplumu birleştirir ve sorunları normalleştirir. Devrimin hemen sonrasında çıkan İran-Irak savaşıyla kadının toplumdaki yeri sorunu bir süreliğine rafa kalktı. Zaten o raftan da fazlaca zarar görmüş bir şekilde inecekti. 

     

     

                Aslında savaş sonrasında da İran’da kadınlar görece daha özgür ve eğitimli bir şekilde yaşıyorlardı. Mesela o yıllarda üniversitede okuyan gençlerin %65’i kadındı. Ancak devrimin birçok paydaşının olması işte burada büyük bir sorun yarattı. Devrimin birçok bileşenin olması kurulan yeni devletteki güç dağıtımında koltuk kavgalarına neden oldu. Burada da istikrarın sağlanamamış olması yine kadın problemine zarar veriyordu. Bu olaylar ışığında yeni kurulan ve kurulacak hükümette kadınların da olabileceği fikri akla geldi. Bu bağlamda çalışmalara başlandı. 20.yüzyılın sonlarına gelirken kadınların sorunları iyileşmek yerine artarak devam ediyordu.  Bu bağlamda iki farklı feminizm fraksiyonu İran siyasetine farklı dönemlerde dahil oldu. Bunlardan ilki ve en güçlüsü Din Odaklı Feminizm (Religous-Oriented Feminism) idi. 

     

     

                            1.3.1. Din Odaklı Feminizm

     

                İslam ve Şii geleneğinin İran coğrafyasının ayrılmaz bir parçası olduğu bir gerçektir. İşte bu sebeple olacaktır ki 1990’ların sonuna gelindiğinde bir grup kadın “din odaklı” bir yorum ortaya koyarak kadınların oyuna talip olup meclise girmek istediler. Ancak halihazırda ataerkil düzen dini kullanarak kadınların önündeki sorunları meşrulaştırıyordu. Bu soruna cevap olarak da din odaklı feministlerin imdadına Şii geleneğinde bulunan “içtihat” kavramı yetişiyordu. Şii geleneğinde Kur’an emirleri ve hadisler içtihat ile yeniden günümüz şartlarına yorumlanabiliyordu. Yani zaten bunu ataerkil güç yüzyıllardır kullanıyordu. Din odaklı feministler, düzeni kendi silahlarıyla vurmak istiyorlardı. Din odaklı feminizmin bir başka avantajı ise rejime görünürde bir tehdit oluşturmamasıydı. Bu feministler, Ayetullah Humeyni’nin tüm öğretileri kabul ediyor ve buna göre politika üretiyorlardı.

     

                2000 yılına geldiğimizde seçimler sonucunda Altıncı Meclise 13 kadın milletvekili seçildi. Seçilen bu kadınlar içeride bir Kadın Bloku oluşturdular. Kadın Bloku üyeleri yukarıda bahsettiğim gibi Humeyni’ye sadık kaldıklarını belirtseler de mevcut durumu devrim idealinden kopulduğu düşüncesiyle eleştirmekten geri durmuyorlardı. Mecliste yürütülen kulis çalışmaları sonucunda birçok yasa yürürlüğe girdi. Bekar kadınların eğitim için yurt dışına çıkması, belli bir yaşa kadar velayetlerin kadınlara da verilmesi, evlilik yaşının 9’dan 13’e çıkarılması gibi yasalar yürürlüğe girdi. Kadın Bloku politik açıdan zorlu mücadeleler verse de bu kazanımların hiçbiri kalıcı olmadı. Peki neden?

     

                Unutmamalıyız ki siyasi iktidarlar ne kadar koltuklarını sağlamlaştırırsa o kadar totaliterleşmeye başlarlar. Nitekim İran’ın da başından geçen de bu. İran İslam Cumhuriyeti’nin tek yasama ve yürütme organı meclis değildi. İran İslam Cumhuriyeti’nin oluşumunda yer alan iki unsur bu yasaların sürdürülebilir olmasına engel oluyordu. Birincisi muhafazakarların çoğunlukta olduğu Koruyucu Konsey (Şura-yi Nigahban-i Kanun-i Esasi) ikincisi ise “velayet-i fıkıh” düşüncesi. Aslında birbirleriyle bağlantılı olan bu iki unsur meclisin kararlarını veto etme yetkisine sahipti. Koruyucu Konsey adından anlaşılacağı üzere anayasayı korumak üzerine görevlendirilmiş bir meclisti. Velayet-i fıkıh ise Platon’un “Devleti en bilgin kişi yönetmeli.” fikrine benzeyen “Devleti İslam’ı en iyi bilen yönetmeli.” düşüncesidir. Bu iki temel unsur böylece reformistleri engelliyordu. Mesela evlenme yaşının 9’dan 13 yaşına çıkarılması yasası meclisten geçtiğinde Koruyucu Konsey “velinin rızası ve tıp raporuyla yapılabilir” şartını getirerek yasayı etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Buna ek olarak yine 2003 yılında Birleşmiş Milletler tarafından oluşturulan Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) meclisten geçmesine rağmen Koruyucu Konsey tarafından bağımsızlığa tehdit olarak görülerek reddedildi. 

     

                Tüm bunların ışığında bu feminizm akımı da siyaset sahnesindeki süresini doldurarak ayrıldı. Geride bıraktığı tek bir soru/eleştiri vardı: “Din Odaklı Feministler bu düzenin içerisinde var olarak, ataerkil düzeni meşrulaştırdılar mı?”

     

     

                1.3.2. Laik Feministler (Secular- Oriented Feminism)

     

                Nisan 2000’de bir grup aktivist ve entelektüel İran’daki kadın problemini ve yapılması gerekenleri konuşmak için Berlin’de bir konferans gerçekleştirdiler. İlk başta hükümet tarafından da hoş görülen Berlin Konferansı, daha sonra sürgündeki İranlıların destekleri sonucunda bir tehdit olarak görüldü. Konferanstan sonra ülkelerine dönen birçok düşünür, entelektüel, aktivist ve gazeteci tutuklandı ve işkence gördü. Birçoğu sonrasında para karşılığı dışarı çıkarak siyasi bir çözüm aramaya koyuldu. İlk başta din odaklı feministlerin kapısı çalan laikler oradan da bir destek göremedi. 

     

     

                Peki laik feminizmin temelinde ne yatıyor? Laik feministler, kadın sorununun dinin ötesinde bir sorun olduğunu ve bu sorunu çözmeyi İslam’a vermeyi yetersiz buluyorlar. Hatta içlerinden bir kesim sorunu İslam olarak görüyor. İslam ve içtihat gibi kavramlardan ziyade kurtuluşun devletin İslam’dan ayrılmasında buluyor.  2004’e gelindiğinde ise laik feministlerin din odaklı feministlere getirdikleri eleştiride haklı oldukları ortaya çıktı. Reformu içeriden uygulama fikri çıkmaza girdi. Koruyucu Konsey seçimler için başvuran 8.200’den fazla adayın üçte birini diskalifiye etti. Bu kesimin çoğunluğunu oluşturan laik ve kadın grup seçimde oy kullanmayarak seçimin meşruiyetini boykot etti. Seçimler sonucunda Yedinci Meclis’e de 13 kadın milletvekili seçildi ancak bunlardan 12’si muhafazakar ve 1’i bağımsızdı. 

     

     

    2.Sonuç

     

      Aslında 2004 sonrası olayları da bu yazıda paylaşmak isterdim ancak çok uzun olacağını fark ettim. Sizleri sıkmamak adına bu yazıyı iki bölüme ayırarak bir sonraki yazıda 2004 sonrasını, Mahsa Amini olaylarını değerlendirecek ve “Türkiye İran olabilir mi?” sorusuna cevap arayacağız. 

     

     

      Yukarıda anlaşılacağı üzere reform yapmak veya radikal yasa değişikliklerinde bulunmak hiçbir mahrumiyetin önüne geçemez. Bir şeyleri değiştirmek için tarihsel ve örgütsel bir mücadele gereklidir. Ayrıca unutulmamalıdır ki günümüz dünyasında da tarihte de özgürlük dediğimiz kavramın büyük bir kısmını “ekonomik özgürlük” oluşturmaktadır. Yani bugünlerde kadınların düne nazaran daha özgür olmasının temelinde yatan yasalardan ziyade “iş gücü”ne katılımlarıdır. Bu nedenle eşitlik ilk önce eğitim alanında olmalı ardından ekonomik hayata da yansıtılmalıdır. Ekonomik özgürlük ardından diğer alanlarda da özgürlüğün önünü açacaktır.

     

     

      Değerli zamanınızı ve enerjinizi yazımı okuyarak harcadığınız için teşekkür ederim. Görüş, öneri ve eleştirilerinizi yorumlar bölümünden veya iletişim adreslerimden benimle paylaşabilirsiniz.

     

     

    Taha KÖKSAL.

     

     

     KAYNAKÇA


    Abdollahifard, P. (2020). İran'da Feminizmin Gelişimi. İran Çalışmaları Dergisi, 4(2), 351-384.

    Gashtili, P. (2013). Is an" Islamic feminism" possible?: Gender politics in the contemporary Islamic Republic of Iran. Philosophical Topics, 121-140.

    Barlow, R., & Akbarzadeh, S. (2008). Prospects for feminism in the Islamic republic of Iran. Hum. Rts. Q., 30, 21.

    Gündoğan, Ü. (2011). Geçmişten Bugüne İran İslam Devrimi: Genel Değerlendirme. Ortadoğu Analiz, 3(29), 93-99.

    Ahmadi, F. (2006). Islamic feminism in Iran: Feminism in a new Islamic context. Journal of Feminist Studies in Religion, 33-53.

    [1] Hüsrevpenah, Hedefha ve mobereze-i Zen-i İrani ez İnkılab-i Meşrute ta Saltanat-i Pehlevi, 62.

    [2] Arda Z.C., Rıza Şah Pehlevi, Atatürk Ansiklopedisi

     

     

      

    Devam Et



     Merhabalar... Yine uzun zaman aradan sonra beraberiz, ancak bu sefer gerçekten yazmamak için bahanelerim vardı. Birincisi birkaç dostumla yeni bir girişime imza attık ve yaklaşık bir aydır onunla uğraşıyordum. Girişimimizin reklamını yapmam gerekirse: Fikirlerini insanlıkla paylaşmak isteyen herkes için bir yazı paylaşma platformu oluşturduk. Her türlü bilim, sanat, felsefe alanında eserlerinizi www.luxetveritaslev.net aracılığıyla dünyayla paylaşabilirsiniz. İçeride hepinize yetecek kadar yer var. Bu arada ben de artık bazı yazılarımı www.luxetveritaslev.net web sitesinde paylaşacağım. Beni oradan da takip edebilirsiniz. Biraz daha düşünsel yazılarımı buradan, bilimsel yazılarımı 
    da www.luxeteritaslev.net üzerinden paylaşmayı planlıyorum. Oraya da bekleriz... 

     

     Reklamımız bittikten sonra bugünün konusuna geçelim. Açıkçası bu yazının gecikme sebeplerinden biri de bu yazı hakkında epeyce okuma yaptım ve itiraf etmeliyim ki okuduğum eserler benim haddimi aşar nitelikteydi. Bugün web sitemin en sevilen yazı serisi “Kapitalist Zırva” hakkında yazacağım. Bugünkü konumuz: Mülkiyet Hakkı. Aslında stratejik olarak mülkiyete bu serinin ilk yazısında değinmeliydim. Çünkü sosyal sorunlarımızın temelinde “özel mülkiyet hakkı” denilen bir zırva yatıyor. Daha önceden bu seride yazdığım fırsat eşit(siz)liğinde de orta sınıfta da sorunun kaynağı mülkiyetti. Fazla uzatmadan yazıya geçmek istiyorum. Bugün çok kısa mülkiyetin tarihinden ve felsefesinden bahsedeceğim. Bir de son olarak kendimce bu soruna bir çözüm aramaya çalışacağım. İyi okumalar... 

     



    MÜLKİYET NEDİR? & MÜLKİYETİN TARİHİ  

     “Mülkiyet neden önemli?” veya “Mülkiyetin tarihi neden bu kadar önemli?” diye sorabilirsiniz. Mülkiyet aslında insanlık tarihi için o kadar büyük önem taşıyor ki -işin biraz derinine indiğimizde- tüm siyasi ve iktisadi sistemlerin oluşmasında mülkiyet sorunu yatıyor. Sorunu diyorum çünkü bence büyük bir sorun ve büyük ihtimalle mülkiyet hakkı ilk çıktığında da mülkiyetin paylaşılması çok büyük bir sorundu. Bugün liberallerle Marksistler, anarşistlerle otoriterler bu kadar keskin biçimde ayrılıyorsa yine temelinde mülkiyete bakış yatmakta. Düşünsenize tarihte biri çıkıp daha önceden ortaklaşa kullanılan üretim arazisinin etrafını çitlerle çevirip, “Burası artık benim.” demiş ve kıyamet ondan kopmuş. Peki bu kadar ismini anıyoruz, mülkiyet nedir? 

     

      Bu bölümde ne bir filozofun mülkiyet hakkındaki yorumlarından bahsedeceğiz ne de kendimi bir filozof edasına kaptırarak mülkiyeti tanımlamaya kalkacağım. Bu tür söylemlerimi ileriki bölümlerde okuyacaksınız. “Mülkiyet” kelimesi Türkçeye Arapçadaki “mulk” sözcüğünden geçmiştir. Arapçadaki anlamıyla mulk “sahip olunan şey, egemenlik alanı, devlet” anlamına gelmektedir.[1] Mülkiyetin bu bölümde etimolojik olarak açıklanmasını şimdilik yeterli buluyorum zira zaten mülkiyetin ne olduğunu “Mülkiyetin Felsefesi” bölümünde anlatacağım. Şimdi sırada mülkiyetin tarihi var. 

     

     Mülkiyetin tarihini araştırırken, çıkardığım sonuç mülkiyetin de belirli bir tarihinin olmadığıydı. Böyle bir sonuca ulaşmamın en temel sebebi ise bence mülkiyetin sosyal bir olgu oluşudur. Ancak bu sonucun yanında özel mülkiyet insanlıktan beri vardır demek de yanlış bir çıkarım olacaktır. Zira bizler ilk insan topluluklarının özel mülkiyetçi yapıdan ziyade komünler halinde yani bir aile gibi yaşadığını biliyoruz.  

     

     Mülkiyetin kökenine ilişkin bulabildiğim en eski çalışma M.Ö. 31. yüzyıla değiniyordu. Daha önce de dediğim gibi mülkiyetin varlığı insanın varlığıyla aynı anda çıkmış hipotezini de kabul edebiliriz. Zira insan hayatta kalmak için üretim yapmak zorundadır ve üretim sonucu mülkiyet ortaya çıkar. (Avcı-toplayıcılığı da bir üretim çeşidi olarak ele alıyorum.) Ancak bizim sorunumuz zaten ilk topluluklarda oluşan ortak mülkiyetle değil, özel mülkiyetle. Bu yüzden bu yazıda aslında özel mülkiyetin tarihini ele alacağız. Bu araştırmayı yaparken asıl sorumuz da şu olmalı bence: “İlk özel mülkiyet nerede çıktı?” 

     

     Evet, mülkiyetin tarihine nihayet giriyoruz. O zaman ilk büyük sorumuzla başlayalım. Şimdi siz değerli okurumda aşağıda yazacağım birkaç cümleyi hayal etmenizi istiyorum. “Düşünün ki ilk toplumlardan birinde, 20-30 kişilik bir komünde yaşıyorsunuz. Bu komünündeki bireyler her sabah yerleşkesinden çıkıyor ve bazıları vahşi hayvan avlamaya, bazıları balık avlamaya, bazıları meyve-sebze-ot toplamaya, bazıları tarım yapmaya gidiyor. Hatta birkaçı var ki yerleşkeden ayrılamıyor, komündeki bebeklere bakıyor. Yani üretim yapmaktansa, hizmet ediyor. Sonra bu 30 kişilik komündeki bireyler akşam olunca yerleşkelerine dönüyorlar. Birisi avladığı sığırı, birisi tuttuğu on adet balığı, birisi topladığı yabani ot ve meyveleri, birisi de tarladaki hasadını ortaya koyuyor. Şimdi bu ortaya atılan onlarca ürünü bu 30 kişi nasıl paylaşacak?” İşte ortak ve özel mülkiyetin çıkışı da tüm siyasi ve iktisadi sistemlerin ortaya çıkıp, birbirinden ayrılması da bu soruya verdikleri farklı cevaplardan kaynaklanıyor. Bu senaryoyu ben uydurdum ancak, vakti zamanında buna benzer bir senaryo yaşanmış olması çok muhtemel. Ayrıca şunu belirtmeliyim ki -kafanızda yanlış bir düşünce oluşmasın- senaryoyu benim uydurmuş olmam gerçeği, bu soruların iktisat ve siyaset bilimlerinin temel sorularından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.  

     

     İşte ilk toplumlar bu soruya ortaklaşa kullanım yapalım diye yaklaşmışlar. Ta ki birisinin çıkıp bir mülkün kendisine ait olduğunu ilan edene kadar. Bu kişi kim olduğunu veya neyi kendi mülküne geçirdiğini bilmiyoruz. Hatta ortak mülkiyetten, özel mülkiyete geçişin tam olarak hangi tarihe tekabül ettiğini dahi bilmiyoruz. Tarihin flu kısımlarından biri bu. 

     

     M.Ö 31.yüzyıla geldiğimizde artık Mısır Takvimi bulunmuş ve ilk tarihlendirmeler başlamıştır. Bu dönemin Mezopotamya’sında saban icat edilmiş ve tarımda büyük bir devrim yapılmıştır. Ayrıca Mısır ve Sümer İmparatorluklarında tanrı inancı ciddi önem taşımaktadır. Bu nedenle yeryüzündeki mülkün sahibi Tanrı olarak görülmektedir. Ancak kralların bu inanç sistemi içerisinde Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak görülmesi, kralın özel mülkiyetini meşrulaştırmaktadır. Erken Bronz Çağı’na geldiğimizde yine Sümer inancının izlerini görüyoruz. Sümer inancına göre üretim fazlası metalar tapınaklara bağışlanmalıydı. Ancak bağışlanan metaların kaydının tutulmaması sebebiyle tapınaklarda hırsızlıklar yaşanıyordu. Bu nedenle Sümerler tarihin en büyük buluşlarından birini yaparak yazıyı bulmuşlardır. Orta Bronz Çağı’nda ise tüm dünya büyük bir kuraklıkla karşı karşıya kalmıştır. Elde kalan topraklar aristokrasi adlı bir sınıfın oluşmasına yol açmıştır. Bu gelişmeyle sosyal sınıflaşma farklı bir boyuta geçmiştir. Bunun dışında bu çağda Anadolu’nun en güçlü imparatorluğu olan Hititler tapuyu ortaya atarak özel mülkiyeti meşrulaştırmıştır. Ayrıca İbrahim’in bu dönemde ortaya çıkmasıyla tek tanrılı inanç ortaya çıkmıştır. Tek tanrılı inançlarla mülkiyet hakkında farklı bir soru ortaya çıkmıştır: “Mülkiyet Tanrı’ya aitse insanların bir mülkiyete sahip olması doğru mudur?”  

     

     Antik Çağ geldiğimizde ise sosyalizmin ilk tohumları atılmış, Platon, Aristo gibi düşünürler ortaya çıkmıştır. Platon’un mülkiyet anlayışına sonraki bölümde değineceğim. O dönemin süper güçlerinden Roma İmparatorluğu’nda ezilen sınıf plebler, ezen sınıf patriklere karşı ayaklanmıştır. Bu ayaklanmanın sonucunda modern anayasaların temeli olan “On İki Levha Yasaları” çıkartılmış ve özel mülkiyet güvence altına alınmıştır.  

     

     Orta Çağ’da Müslümanların ve Cermenlerin; Avrupa’yı işgal etmesi Roma İmparatorluğu’nu parçalamıştır. Bu parçalama sonucunda askerlere duyulan ihtiyaç artmıştır. Böylece asker sınıfının değerlenmiştir. Bu değerlenme ve tarım arazilerindeki azlık; askerlerin belirli noktalarda kendi hükümdarlıklarını kurmasına neden olmuştur. Belirli bir alan içerisindeki alt sınıfı yöneten ve onların güvenliklerinden sorumlu olan asker sınıfı bölgedeki tarım arazilerinin de sahibiydi. Bu üretim arazilerinde serflerini (alt sınıf) çalıştırıyor ve ürettikleri ürünlerin bir kısmına el koyuyorlardı. Ancak serfler üretim araçlarını kullanmakta özgürlerdi. Bu nedenle serfler tam anlamıyla derebeyinin kölesi değildi. Derebeyleri, serfler üzerinde yarı mülkiyet hakkına sahipti. Orta Çağ Avrupa’sının iktisadi sistemi olan bu sisteme de Feodalizm denmektedir.  

     

     Yeni Çağ’da ise tüm Hristiyan camiasını sarsan bir hareket yaşanmıştır. Alman düşünür Martin Luther, halk fakirken kiliselerin elinde bu kadar zenginlik bulundurmasına ve Katolizm öğretisine karşı çıkmıştır. Luther’in yanında bir başka düşünür Calvin de benzer bir manifestoyla öğretiye karşı çıkmıştır. Luther de Calvin de özel mülkiyeti savunuyordu. Calvin’e göre İncil de özel mülkiyeti savunmaktadır. Hatta çalışıp zengin olmayı başaranlar Tanrı katında “seçilmiş insanlardır” ; zengin olamayanlar ise “seçilenlere hizmet etmekle” yükümlüdür. Bu düşünceleri nedeniyle Calvin, kapitalizmin fikir öncülerinden sayılır. Ayrıca coğrafi keşiflerle beraber, uluslararası kölecilik, sömürü gibi sistemler güç kazanmıştır.  

     

     18.yüzyıla geldiğimizde zamanında coğrafi keşifler kapsamında İngiltere’den Amerika’ya giden on üç koloni bağımsızlığını ilan etmiş ve ABD’yi kurmuşlardır. Bu gelişmelerin yanı sıra İngiltere’de buhar makinesinin bulunmasıyla sanayileşme hareketleri başlamıştır. Sanayi Devrim’i seri üretimi sağlarken üst sınıf ile alt sınıf arasındaki farkı iyice açmıştır. Bu farkın açılmasıyla Marx’ın tabiriyle “proleterya” adı verilen yeni bir sınıf oluşmuştur. Önceki yazımda da bahsettiğim üzere proleterler “üretim araçlarını kullanan ancak sahibi olmayan” sınıfa yani bilinçli işçi sınıfına verilen addır. Yine 18.yüzyılda İskoç teorisyen Adam Smith, özel mülkiyeti savunmuş, modern iktisadın ve liberalizm öğretisinin kurucusu olmuştur.  19.yüzyılda Marx, Engels, Proudhon, Bakunin gibi ünlü sol teorisyenler ortaya çıkmış, işçinin bilinçlenmesinde ve işçi hareketlerinin oluşmasında büyük rol oynamışlardır. 

     

     20. Yüzyıla geldiğimizde I.Dünya Savaşı yaşanmış, petrolün, doğalgaz gibi kaynakların önemi artmıştır. Ayrıca Marx’ın ve Engels’in öğretileri bu yüzyılda altın çağını yaşamıştır. İşçi hareketleri bu yüzyılda büyük güç kazanmıştır. Marx’ın öğretileriyle kurulan SSCB çok kısa bir süre içerisinde süper güç haline gelmiştir. 1929 Büyük Buhran’ı kapitalizme olan güveni sarssa da kapitalizm Keynesyen politikalarla kendini toparlamıştır (!).  Yahudi soykırımı, 2.Dünya Savaşı, SSCB’nin yıkılması, neo-liberalizmin kuruluşu gibi gelişmeler de 20.yüzyılın önemli gelişmelerindendir. Mülkiyetin tarihi hakkında bu kadarın yeterli olduğunu düşünüyorum. 

     



    MÜLKİYETİN FELSEFESİ 

     İtiraf etmeliyim ki yazmaktan en keyif aldığım iki bölüme geldik. “Mülkiyetin Felsefesi” ve “Bence Ne Olmalı?”   

     

     “Mülkiyet Nedir?” , “Bir doğal hak mıdır?” gibi soruları tekrardan sormakta fayda var. Bu bölümde ben kendi düşüncelerimi çok belirtmeyeceğim. Bu bölüm felsefe tarihini ele alacak. Bakalım hangi düşünür, hangi yorumu yapmış mülkiyet hakkında. Ben felsefenin doğuş çağı olan Antik Çağ’dan başlatmayı uygun görüyorum. Neredeyse her yazımda adı geçen Platon’la başlayalım. Platon’un mülkiyet hakkındaki düşüncelerini politik diyaloglarını içeren Devlet adlı eserinde görebiliriz. Platon Devlet eserinde idealindeki toplumu anlatmıştır. Onun toplumunda sınıf ayrımına yer yoktur. Ancak çalışan biri kazandığıyla özel mülkiyet sahibi olabilir. Yalnızca yönetici sınıfın özel mülkiyet sahibi olmasına izin yoktur Platon’un ütopyasında. Okurumun affına sığınarak soruyorum: Sınıf ayrımlarının temel sebebi de zaten özel mülkiyet değil midir? Platon’un öğrencisi olan Aristoteles hocasına karşı çıkar ve özel mülkiyet herkes için haktır ve özel mülkiyetin varlığı sayesinde insanlar çalışkan olurlar der. Yani Aristo o yıllarda günümüz liberallerinin manifestosunu vermiştir.  

     

     6.yüzyılda Zerdüşt bir din adamı olan Mazdek, özel mülkiyete karşı çıkmış, yeryüzündeki malların sahibinin ancak tanrı olabileceğini savunmuştur. Ona göre mallar insanlar arasında eşit paylaşılmalıydı. Zira o mallar tanrınındı. Mazdek’in bu düşünceleri zamanla Zerdüştlük dininde Ahura Mazda adlı bir tanrı yaratmıştır.  

     

     Orta Çağ’a atlayacak olursak bir yazımda da özel olarak değindiğim Thomas More, Campanella, Bacon üçlüsüne değinebiliriz. Başlarını More’un çektiği bu üç farklı düşünür farklı zamanlarda üç ayrı eser yayınlamışlardır. (Eserlerin detaylarını anlattığım yazı.) Sırasıyla; Utopia, Güneş Ülkesi ve Yeni Atlantis. Ancak bu eserlerin bir ortak noktası var: Düşünürlerin kendi kurdukları toplumlarda ortak mülkiyeti savunmaları. Yani bu üç düşünür de Platon’dan sonra Sosyalizmin en önemli temsilcileri. İnandıkları ortak payda şu ki: Onlar suçların, adaletsizliklerin, eşitsizliklerin sebebini özel mülkiyete dayandırıyorlar. Ki kurdukları mükemmel toplumda bu kanser hücrelerinin bulunması, o toplumu mükemmel yapamaz zaten.  

     

     Orta Çağ ve mülkiyet dediğimizde ismini söylememiz farz olan bir başka düşünür veya teolog da Saint Aquinas Thomas. Thomas’ın düşünür mü teolog mu olduğu tartışılan bir konu. O yüzden ben şimdilik düşünür diyeceğim. Başka bir yazıda kendisine ve bu konuya değinir, tartışırız. Bu arada bu ismi felsefe derslerinde Aquino’lu Thomas olarak da bilebilirsiniz. Peki, Aquino’lu Thomas ne demiş?Adından da anlaşılacağı üzere kendisi bir din adamı ve Hristiyan öğretisine sadık kalarak yorum yapmış mülkiyet hakkında. Ona göre mülkiyet insan ilişkilerinin bir ürünüydü yani doğaldı. Ancak bir parantez açmak gerekiyor burada. Ona göre mülkiyet aynı zamanda Tanrı’nındı. Mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkması da insanın günahkar doğasının bir ürünüydü. Yani mülkiyet tam olarak doğal da değildi. Ayrıca unutmamak gerekir ki Thomas bir kilise adamıydı. Yani tüm düşüncelerinde Skolastik düşünce dolayısıyla Aristo’nun öğretilerinin izleri görülmekteydi. Yani Aristo’nun dediği gibi o da özel mülkiyetin insanın çalışkanlığını arttırdığını, ortak mülkiyetin dağılımında insanın doğası gereği her zaman hoşnutsuzluklar olacağını savunuyordu. Yine soruyorum: Hangi insan doğası?  Veya din gereği eşitlik derken özel mülkiyeti savunmak eşitliği sarsmaz mı?  

     

     Değineceğimiz bir başka ünlü düşünür ise John Locke. John Locke’un metinlerinde birçok ideolojiye dair çıkarımlar görsek de şu anda kendisini en çok liberaller sahipleniyor. Bu nedenle kendisini Klasik Liberalizm’in fikir öncülerinden biri olarak görüyoruz. Peki Locke ne demiş? Locke’un mülkiyet hakkındaki düşüncelerini “Yönetim Üzerine İkinci İnceleme” adlı eserinde görüyoruz. Locke’a göre özel mülkiyet doğal bir haktır ve bunu şu argümanla açıklar: “İnsanlar yemek yemeden yaşayamaz. Ancak, yemek için ortak mülkiyete el koyması ve onu bireyselleştirmesi gereklidir.” Bu sav bana göre oldukça tutarsız. Zira ortak mülkiyet öğretisi; insanların ihtiyaçları olan yemeği, barınmayı kısıtlamaz aksine bir kısmın haksız yere fazla yemesine karşı çıkar. Locke kendisinden yaklaşık 2000 yıl önce söylenmiş teoriyi yine tekrarlar ve şunları der: “Ayrıca Locke, ortak mülkiyet olarak bırakılan toprağın veriminin, özel mülkiyet haline gelen toprağın veriminden daha düşük olduğunu söyler. Toprağın verimliliği, Tanrı’nın ihsanıyla değil onu nasıl işleyeceğimizle ilgilidir. Bu nedenle, ortak mülk olan toprak, bir kişinin mülkiyeti haline geldiğinde daha verimli hale gelir ve bundan herkes yarar sağlar.”[2] Felsefenin hala bu kısır düşünceden çıkamaması gerçekten beni üzüyor. Bu sava cevabımı bir sonraki bölümde vereceğim.  

     

     Şimdi gelelim benim en eğlendiğim kısım olan 19.yüzyıl Avrupa’sına. Burada sağ teoriye girmeyeceğim çok zaten çok uzattım yazıyı. Zaten 19.yüzyıl bence sol teorinin yüzyılı. Sol teoride de isimlerini anacağımız iki ana isim var: Proudhon ve Marx. Yaş olarak biraz daha büyük olması sebebiyle ilk Proudhon’dan bahsedeceğim. Yani düşünceler arasında kayırdığım falan yok. Beni zaten önceden beri okuyanlar, Proudhon’dan da çokça bahsettiğimi bilir. Peki kim bu Proudhon, neyi savunuyor?  

     

     Bu sözü daha önce duydunuz mu bilmiyorum ama “Mülkiyet Hırsızlıktır!” diyor Proudhon. Bunu asi bir manifesto olarak veya ortamlarda havalı olmak için söylememiş Proudhon. Felsefi bir temeli var bu kısacık sloganın. Aslında bu slogan bir eserinin ismi. Ben de okurken biraz zorlansam da bu eseri okudum yazmadan önce. Şu anda “Mülkiyet Nedir?” adıyla basılıyor, okumak isterseniz öneririm ama dediğim gibi biraz ağır geldi bana. Bu arada Proudhon bir anarşist. Dünyada kendini anarşist olarak ilan eden ilk kişi ve dolayısıyla anarşizmi kurumsallaştıran ilk kişi. Hatta devlet ve mülkiyet hakkındaki fikir ayrılıkları Marx’la olan dostluklarını da zedelemiştir. Proudhon’a göre özel mülkiyet tüm sorunların başıydı ve hem matematiksel, hem mantıksal hem de felsefi olarak özel mülkiyetin varlığı olanaksızdı. (Olanaksız burada; mantığa ters anlamında kullanılmıştır. Proudhon da böyle kullanır.) Bugün hırsızlık varsa, cinayet varsa, eşitsizlik varsa sebebi mülkiyetti Proudhon’a göre. Mülkiyet peki neden hırsızlıktır? Cevabı çok basit: Birinin bir mülkiyeti elde edebilmesi için -günümüzün zenginlerini düşünün- tek başına kendi emeği yetmez. Elbet bir yerde birilerinin emeği çalınmıştır ki çalınıyor bu nedenle mülkiyet hırsızlığın ürünüdür. Ayrıca bir parantez açayım: anarşizmin sizin evinizde arabanızda gözü yok. Bunlar zaten sizin ihtiyaç ve haklarınız. Ancak birinin bir ev almak için 30 yıl çalışması gerekirken biri bir ayda alabiliyorsa ve bunu alırken sadece kendi emeği yoksa yani başkalarının emeği sayesinde alabiliyorsa büyük bir sıkıntı vardır. Derdimiz bununla. 

     

     Proudhon’dan sonra sol mülkiyet teorisinin en önemli geliştiricileri şüphesiz Marx ve Engels’tir. (Sonra dememin sebebi tamamen kronolojik.) Henüz okumadığım Das Kapital’de ve yaklaşık on kere bitirdiğim Komünist Manifesto’da sıkça karşılaştığımız mülkiyet sorunu, şüphesiz sol harekete ciddi bir ivme kazandırmıştır. Zaten Marx’ın en temel sorunuydu özel mülkiyet. Marx, Locke’a da ciddi bir eleştiri de bulunur. Ona göre mülkiyet doğal bir hak değil sömürünün ürünüdür. Bu nedenle bir hak olamaz. Neden hırsızlık ve sömürü olduğunu Proudhon bölümünde açıklamıştım, aynen geçerli. Ayrıca Marx adalet adı altında sömürüyü meşrulaştıran burjuva anayasasına da karşı çıkar. Zira anayasalarda mülkiyet güvence altına alınmıştır ve aynı şekilde anayasa önünde herkes eşittir. Bu ciddi bir tezatlık yaratmaz mı anayasa içerisinde? Zaten Marx ve Proudhon’dan sonraki bölümde direkt olmasa da sıkça bahsedeceğim. Bu yüzden yeterli buluyorum.  

     



    BENCE “MÜLKİYET” 

     

     Mülkiyetin hırsızlık olduğu gerçeğine katılarak bunun bir hak olarak görülmesini de çok gülünç buluyorum. Bu arada bu bölümde bir düşünürmüş edasıyla değil, bilimi ve hayatı anlamaya çalışan daha 17 yaşında bir Taha olarak yazacağım. Gerçekten safça sorular soracağım ve bir art niyetim olmayacak. Samimiyetime güvenebilirsiniz. 

     

      Herhangi bir zenginin, bu kadar para kaynağının nereden geldiğini sorguladığımda, liberal kesimden –ki gülünçtür ki bence çoğu hayatı boyunca böyle bir zenginliğe ulaşamayacaklar ve kendi haklarını savunur gibi zenginlerin hakkını savunuyorlar- “Adam zamanında çalışmış, şimdi de ekmeğini yiyor.” tarzında bir cevap alıyorum. E güzel dostum ben de çalışıyorum neden daha bir arabam dahi yok? Yine liberal kesim: “O zamanında sadece çalışmamış, bir de zekasını kullanmış, eğitimli biri.” Peki güzel dostum ben neden onun aldığı eğitimi alamıyorum? Onun için Harvard’a gitmek normalken benim için neden hayal? Burada bir eşitsizlik yok mu? Bir de şu eşitlik var ya ağzınızdan düşüremediğiniz nerede? Cevabını vereyim özel mülkiyetin var olduğu yerde eşitlik mümkün değildir. Ne o çok sevdiğiniz kanunlar önünde ne de devlette.  

     

    Mülkiyet hırsızlıktır... 

     Çünkü X milyonerinin, milyonlarca dolar parayı kendi emeğiyle kazanması matematiksel olarak mümkün değildir. Mesela: bir şirkete girdiğinizde 20.000$ maaş alacağınızı düşünün. Bence Türkiye şartlarında da başka ülke şartlarında da güzel para. İyi bir maaş vermemin sebebi bu matematiğin sadece asgari ücretliler için geçerli olmadığını kanıtlama çabamdandır. Sizce de patronunuzun kar etmesi için sizin ona aldığınız maaştan (yani 20.000$) daha fazla emek vermeniz gerekmez mi? Kendinizi patronun yerine koyunuz ve düşününüz sizden en az 60.000$’lık emek almalı ki –belki de daha fazla- kendi kazanabilsin. Arada kalan 40.000$ kime gider? Patronun cebine. Bu sizin emeğinizi sömürmek, çalmak değil midir? Patronunuzun tatil masraflarını siz ödemiş olmuyor musunuz? Bu örnekle şuraya da dikkat çekeyim isterseniz asgari ücret isterseniz 100.000$ maaş alın sizin de emeğiniz sömürülüyor. Yukarıdan baktığınız asgari ücretliyle aynı gemidesiniz yani.  

     

    Mülkiyet cinayettir... 

     Bu da yine Proudhon’un bir önermesi. Ben bu önermeyi şöyle yorumluyorum: Mülkiyet, birilerinin açlıktan, susuzluktan öldüğü gerçeğine göz yummaktır. Ölmesini sağlamaktır. Dünyada hala birileri yemeğe, suya, barınmaya ulaşamıyorsa sebebi birilerinin mızıkçılık yapıp pastadan fazla pay alması değil midir? Liberalizmin çokça bahsettiği pastayı büyüteceğiz, kimseyi fakir bırakmayacağız mottosu neden bugünkü fakirliklere, ucuz işçi çalıştırılmasına karşı çıkmıyor. Aksine sırf pastayı büyüttü diye ucuz işçi çalıştıran patronu alkışlıyor. Evet, haklısınız pasta büyüyor ama benim payım nerede? 

     

    En iyimser tabiriyle mülkiyet, bütün pisliklerin başıdır... 

     Bugün suç olarak saydığımız ve benim de onayladığım birçok suçun sebebi mülkiyet değil midir? Zaten yasa koyucular “Zenginin malını fakirin yağmasından korumak.” amacıyla yasaları koymamışlar mıdır? En basitinden herhangi bir ülkenin anayasasını aldığımızda yasaların %90’ı mülkiyeti korumaya yönelik değil midir? Zaten devletin görevi zengini korumak değil midir? Devlet her zaman burjuva devleti olmamış mıdır? Bunun gibi tonlarca soru, size yöneltiyorum okurum.  

     

     Yukarıda kalınca yazdığım cümleyi iyice açıklayayım. Bugün hırsızlar; zevk aldığı için mi hırsızlık yapar? İnsan doğuştan bu kadar kötü müdür? Eğer öyleyse bu doğaya/Tanrı’ya hakaret değil midir? Hırsız ne doğuştan gelen bir hisle ne de hastalıkla hırsızlık yapar. Bunu bin kere reddediyorum. Hırsız, karnı aç olduğu için hırsızlık yapar. Bunun hastalığa dönüştüğüyle alakalı klinik raporları paylaşacak olabilirsiniz benimle. Sorunu ortasından ele almayın lütfen, başından ele alın. En başında aç kalmasaydı hırsızlığa yeltenir miydi?  

     

     Hepimizin ahlaksız olarak baktığı bir hayat kadını, gerçekten zevk alır mı bedenini pazarlamaktan? Yoksa karnını doyuramadığı için mi bu haldedir? Ancak statükoculuğun bir sonucu olarak bizler/sizler: hayat kadınlığını sadece ahlaksızlık olarak görürsünüz. “Neden böyle oldu?” diye sormaya korkarsınız. 

     

      Mülkiyetin sağladığı onlarca suç var daha fazla uzatmak istemiyorum.  

     

    PEKİ BENCE NE OLMALI? 

     Eğer sorunsuz, refah bir toplum oturtacaksak ortak mülkiyet kaçınılmaz bir sondur. Ortak mülkiyet eşitliği ve adaleti getirir. Hem de meydanlarda çıkıp “Hak,hukuk, adalet” diye oy dilenenler gibi yalan söylemez ortak mülkiyet. Peki, soracaksınız: “Taha, ortak mülkiyet sadece çözüm olmadı SSCB’nin hali ortada?” Haklısın güzel insan. Bir kere SSCB’de dahi özel mülkiyet vardı, sadece sınırlıydı ve devlet kontrolündeydi. Gerçekten eşit, refah hatta özgür bir toplumda hiyerarşi de olmamalıdır. Her türlü otorite de hiyerarşi oluşturacaktır. İşte bu yüzden Marksizm’in proleter iktidarı mutlak özgürlük ve eşitliği sağlama konusunda sınıfta kalmaktadır veya kalacaktır. Ne burjuva ne de proleter iktidarı istiyorum. Artık özgürleşmek, yönetilmemek istiyorum!  


    "Özel mülkiyeti ortadan kaldırma niyetimiz karşısında dehşete kapılıyorsunuz, oysa özel mülkiyet sizin toplumunuzda nüfusun onda dokuzu için zaten ortadan kalkmıştır; birkaç kişi için varoluşu, tamamıyla, bu onda dokuzun ellerinde varolmayışından ötürüdür. Demek ki, siz bizi, varlığın zorunlu koşulu toplumun büyük bir kısmının mülksüzlüğü olan bir mülkiyet biçimini ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Tek sözcükle, bizi, mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Elbette; bizim niyetimiz de zaten budur."

    (Karl Marx, Friedrich Engels, 1848, Komünist Manifesto)      

     

     

     

    Taha KÖKSAL 

     

    KAYNAKÇA 

    • Proudhon P.J. (1840), Mülkiyet Nedir?, İş Bankası Kültür Yayınları 
    • Dinler E. , Çalışkan Z. (2019), Mülkiyetin Tarihsel Gelişimi Üzerine Bir Deneme, Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi/Journal of Social Policy Conferences, 77: 421-452 
    • Kılıç R. , Demirçelik M. (2011), Mülkiyet Kavramının Tarihsel Gelişimi Sürecinde Ortaçağ ve Reform Hareketi, Dumlupınar Üniverisitesi Sosyal Bilimler Dergisi Sayı:30 
    • Aktan C.C (2018), Mülkiyet Hakları Felsefesi, HAK-İŞ Uluslararası Emek ve Toplum Dergisi Cilt: 7 Yıl: 7 Sayı:18 (2018/2) 
    • [1] https://www.nisanyansozluk.com/?k=mülkiyet 
    • [2] Birdal M.(2007), Locke’s Theory of Property and Its Marxist Critique: Lock and Marx On Property Rights and Individual Liberties, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası Cilt: 57, Sayı: 1 

     

    Devam Et
    Eski
    Yazılarım

    Hakkımda

    Photo Profile
    Taha KÖKSAL
    Blog Yazarı

    Merhaba,ben Taha.ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü 1.sınıf öğrencisiyim. Devam Et

    Sosyal Medya

    • instagram
    • twitter
    • facebook
    • linkedin
    • discord

    Takipçiler

    Blogger tarafından desteklenmektedir.

    KONU VE SERİLERİM

    • Çevre
    • Ekonomi
    • Felsefe
    • Film & Dizi
    • Gündem
    • Kapitalist Zırva
    • Politika
    • Psikoloji
    • serZeniş
    • Siyasi İdeolojiler Serisi
    • Tarih
    • Teknoloji
    • Toplum

    İletişim Formu

    Ad

    E-posta *

    Mesaj *

    Ayın Popüler Yazıları

    • İran ve Kadın #1: Tarihsel Süreçte İran Kadın Hareketinin İncelenmesi
    • bir de buradan:2020

    En Çok Okunan Yazılar

    • KAPİTALİST ZIRVA: Özel Mülkiyet Hakkı
    • bir de buradan:2020
    facebook Twitter instagram linkedin

    Created with by BeautyTemplates

    Başa Dön